Türbelerin Kırılgan Müdavimleri

Türbelerin Kırılgan Müdavimleri


Bunlar İstanbul’un inzibatında ve halkın birbiriyle dürüst muamelelerinde büyük birer manevi rol oynamışlardır... İşte bu kabirler, vaktiyle İstanbul’da karakollardan daha çok iş görmüşlerdir.


“Türkler medeniyet namına ortaya hiçbir şey koymamış olsalar bile, mezarlıkları onların büyük bir medeniyetin sahibi olduklarını gösterir.”

Tanpınar’ın “İstanbul’u tanımak, kendimizi tanımaktır.” şeklinde bir sözünü hatırlıyorum. Bunu daha da özelleştirerek “İstanbul mezarlıklarını tanımak, medeniyetimizi tanımaktır.” şeklinde söylemek de mümkündür diye başlıyor “İstanbullu Sahabeler” kitabının önsözü.


“Mezar ve mezarlık kültürü her milletin tarihî, dinî, içtimai, iktisadi vs. yapısının şekillenmesinde, sanat ve edebiyat hayatının belirlenmesinde ve incelenmesinde çok önemli sosyolojik ve psikolojik unsurlardır. Bu yüzden Mezarlıklar vatanın tapu kütükleri, sicilleridir.” denilmiştir, diyor Prof. Dr. Mustafa Uzun. Türbedarlık Osmanlı’da üst düzey memuriyet demekti. Öyle ki sahabe türbeleri başta olmak üzere türbelerin hizmetini üstlenenler ni’melceyşten ya da büyük silsilelerin devamı olan tarikat şeyhlerinden seçilirdi. Bir fetih yarımadası olan İstanbul’u bu kadar cazip bu kadar manalı hâle getiren, bağrında uyuttuğu bu değerli şahsiyetlerin gündelik hayata kattığı enerjidir.


“Feyiz ürkek bir ceylan gibidir” der Emir Külâl. Ama ne var ki ne zaman güvercinli kumrulu bir cami avlusuna yolunuz düşse, sizi davet eden sonsuz bir neşenin içinde bulursunuz kendinizi. Gönlünüzü ferahlatan, ağırlıklarınızı hafifleten bir tanıdık rüzgâr eser yüzünüze. Türbeler sizin sırlarınızı anlatıp rahatladığınız samimi birer dost gibidirler. Şimdide ve sonrada bu hep böyle olacak gibidir. Sır tutan huzur veren bu yapılar bizlere, o vatanı, o mekânı, o şehri aidiyetle sevmeyi de bağışlar.


“Bir Boşnak olarak Türk kültürü ve Türk milleti ile çok sayıda ortak noktamız olduğu için bu tarihî ve kültürel mirasa sahip çıkmam benim adıma evrensel bir değer ve şereftir. Benim memleketim burasıdır. Vatanım burasıdır. Türbenin bakımına gösterdiğim ilgi ve alakayı kendi çocuklarıma bile göstermiyorum. Yüce Allah kuvvet ve güç verdiği müddetçe türbeye bakmaya ve sahip çıkmaya devam edeceğim.” Kosova da bulunan Sultan Murat Türbesinin türbedarı Saniye ninenin sözleri bunlar. 


Sınırlar daralıyor olsa da bu ülkelere dair; şahsiyetler, duygular, verilen emekler, bize kattığı değerler itibarıyla daha büyüktür. Merhum Süheyl Ünver’in bir müsteşrike atfen söylediği, “Türkler medeniyet namına ortaya hiçbir şey koymamış olsalar bile, mezarlıkları onların büyük bir medeniyetin sahibi olduklarını gösterir.” cümlesi de bunu ortaya koymaktadır.


Zaman ve mekânın değiştiğine öykünürken bir yandan türbelerin; türbe ziyaretlerinde huzur bulanların, o karmaşık kalabalığın hiç eksilmediğini görürüz. Eyüp Sultan’ın taş kaldırımlarında, Hacı Bayram’ın yenilenmiş avlularında değişken ve tövbekâr bir kalabalık gezinip durmaktadır sürekli. Nedamet dolu adımlarını umutlara doğru sürükleyen, Allah’a ulaşmak için büyük zatları vesile kılan teyzeler, amcalar, gelinler, kızlar, çocuklar, adamlar… Türbe avlularında huzur arayanlar, meramını anlatanlar, sırlarını paylaşanlar. Ağlayarak istimdat dileyenler.


Modernleşen hayatla birlikte azalmasını beklediğimiz bir ritüel gibi gözükse de türbeler ve ziyaretler her zaman gündemimizde önemli yer tutuyor. Kimsenin kimseyi dinlemediği, dert dinlemeye ve gözyaşına sırtını dönen modern insanların içinde yalnızlaşan kalabalıklarız. Birçoğumuz bunaldığında dua etmek için türbelerin olduğu mekânlara atıyoruz kendimizi. İnsanların son sırdaşları gibi duran yatırların, ermişlerin, büyük şahsiyetlerin yakınlarında huzur buluyoruz.


İnsanlar türbelerde ne arar, onlara nasıl anlamlar yükler. Osmanlı mimarisinin önemli yapılarından biri olan türbeler tarihte zengin, eşraftan kişilerin ve ulemanın defnedildiği oda şeklindeki binalara verilen isimdir. Genelde yüksek bir duvarla beraber bir kapı yapılmış, çok sayıda ve çeşitte meyve fidanı dikilmiş olanları vardır. Kuyular açarak pınarlar da yaptırmışlardır. Türbeye bakmak için ailesiyle birlikte orada oturacak olan bir türbedar ve orada kurulan vakfı denetlemek için de o civarın ileri gelen kişileri de nazır olarak oraya atanmışlardır.


Bir zamanlar bu kadar ihtimam gösterilen yapıların kapatıldıklarını hepimiz biliyoruz. Hacı Bektaş ve Mevlana türbeleriyle Bektaşi ve Mevlevi dergâhları, zikir ayinleri, sema ve semah bile yasaklanmıştı.


Hatırlayışın ve hasretin kederi Osmanlı insanını her zaman müteessir ve hassas hâle getirmiştir. Her dönemin, her çağın kendine has bir özleyiş temrini olur, türbeler ve onlara verdiğimiz önem bizim sosyolojik farkındalığımızı ele vermektedir. Bu bir “hatırlayış ritüeli”dir aslında. Her hatırlayışta da bir usul, bir üslup, adap, vakar vardır. Naim Bey’in: “Beyefendi İslamiyet’te ölülere ibadet, mezarlara muhabbet, ölmüş insanları filan veya falan semtte hâzır ve nâzır zannetmek gibi itikatlara yer yoktur... İslamiyet’in Hristiyanlığa ve diğer dinlere üstünlüğü bundandır.” gibi sözlerle itirazına, Yahya Kemal cevap verince, giderek genişleyen münakaşa din-milliyet çizgisinde büyümüş, bu iki dost birbirine darılmışlardı.


Bidat veya sapıklığa düşürecek tehlikeli bir işti belki bu iş. Ama Osmanlı insanının duyarlılığı ve edebi, bu konuyu her zaman farklı kıldı.


Ne var ki; bu münakaşanın ardından Avrupa’ya giden ve on üç sene geçtikten sonra dönen Yahya Kemal ile bir gün Vefa’da karşılaşan Naim Bey, “Bu tesadüf münasebetiyle Cenab-ı Allah’a hamdolsun! Artık sizi görmeden öleceğime bile inanmaya başlamıştım. İkide bir de “Ya Rabbi, bu adamla son bir defa daha görüşmemi mukadder kıl! Ta ki söylemek istediğim birkaç sözü söyleyebileyim” diyordum. Şimdi sana maksadımı izah edeyim: O münakaşa benim zihnimi senelerce meşgul etti. Son senelerde ben de İstanbul’un birçok semtinde gezmeyi ve tıpkı senin usulünde eski mimari eserlerin tarihini araştırmayı itiyat edindim. Bu hoş merak beni sardıkça sardı. Senin Tevhid-i Efkâr’da çıkmış eski yazılarını tekrar okudum. Azim bir zevk aldım. O yazıların bir şair fantezisi olmayıp hakikaten manevi birer ufuk olduklarına kail oldum. Seni o vakit gücendirdiğime yandım, bir daha görürsem kusurumu affetmeni istemeye karar verdim. İşte azizim söyleyeceğim bu idi.”
Kalbimizin ölmemesi çabalarıydı bu hâller, sezgi gücümüzü arttırma gayreti, içimizde yakine dair pırıltıyı arttırma çabasıydı büyüklere duyduğumuz hürmet.


Zamana karşı hazırlıksız insanların zaman zaman “Kaldı mı böyle şeyler canım?” demeleri sizi yanıltmasın. Nice delilerin ve nice velilerin aynı anda imdat dilediği yerlerdir türbeler. Kartvizit uzatır gibi araya hatırlı bir selam koyma çabasıdır türbelerde edilen dualar. Kimisinin evlenmemiş evladı vardır, kimisinin yürüyemeyen hastası. Ölümcül bir derde tutulmuşlar da oraya gelir illa ki. Bir dertleşme karargâhı gibidir türbeler. Aldıkları tavsiye üzerine size küp şeker uzatırlar. İçi lokum dolu kutuyu size tutarlarken bir dua beklentisi içindedirler. Türlü dertlerine deva umarlar türbe köşelerinde. Akide şekerleri kanatlanarak muratlara dönüşür diye bilirler. Yanlarında engelli bir evlat olur genelde. Evlenmesi gecikmiş bir kız. Zuhurat Baba’nın kabrinde, sahabilerin makamlarında, Gözcü Baba’nın kapısında şifa arayanlar, Merkez Efendi’nin penceresinde hep Allah’a yakarmaktadırlar. Evlenmek isteyenlerin durağı ise Telli Baba’dır.


Orucunu Oruç Baba’da açmak, Somuncu Baba’dan feyiz almak, Hacı Bayram’da huzur bulmak gayretindedir insanlar.


İstanbul ufuklarında parıldayan sahabiler, bu toprakların Belde-i Tayyibe diye anılmasını sağlamışlardır. Nurdan yıldızlar, sadece isimlerini verdikleri mahalle ve mekânları değil, ecdadımız gibi bizim de ruhlarımızı nurlandıracak, gelecek nesillerin gönül fezalarını da kıyamete kadar aydınlatmaya devam edecektir. Çünkü onlar fetih müjdesinin gerçekleşmesinin nedenleridirler.


Erenler, yarenler, sevgi ve saygıyla hep anılacaklardır. Geleneksel olana uyum sağlamaktan ziyade kırmaya çalışan moderniteye inat. Akılla her zaman ulaşamadığımız dünyaları bir kenara bırakan sistemlere rağmen. Türbelere ve akın eden insanlara bakılırsa kalbe ilişkin duygularımızla kültürel referanslarımızı, değerlerimizi, dinsel etnik bağlarımızı hep ön planda tutmaya devam edeceğiz gibi gözüküyor.


Betül Şatır