Ebu Ali Farmedi (k.s.)

Ebu Ali Farmedi (k.s.)


401/1010-11 tarihinde Tûs yakınlarındaki Fârmed/Fârmez köyünde dünyaya gelen Fârmedî’nin asıl adı Fazl b. Muhammed, künyesi Ebû Ali’dir. Memleketi Fârmed’e nispetle Fârmedî diye anılmaktadır. İlköğrenimi doğum yerinde gerçekleştirdikten sonra Nişâbur’a gidip meşhur sûfî müellif Abdülkerim Kuşeyrî’nin medresesinde öğrenim gördü. Fârmedî’yi tefsir ve hadis gibi dinî ilimlerde yetiştiren Kuşeyrî, onu aynı zamanda vaaz ve irşad konusunda da eğitti. Fârmedî, Kuşeyrî’den başka, Ebû Abdillah Muhammed İbn Muhammed eş-Şirâzî, Ebû Abdirrahman en-Neylî, Ebû Osman es-Sâbûnî, me şhur mütekellim Ebû Mansur Abdülkâhir el-Bağdâdî ve Ebû’l-Hasan el-Müzekkî gibi âlimlerden de istifade etti.


Kuşeyrî’nin meclisinde fıkıh, hadis ve tasavvuf eğitimini gerçekleştiren Fârmedî, Nişâbur’a gelen Ebû Said-i Ebû’l-Hayr’ı ziyaret etti ve ilk görüşmesinde kuvvetli bir şekilde tesirinde kalarak büyük bir iştiyakla kendisine bağlandı. Fârmedî, Ebû Said-i Ebû’l-Hayr’la tanışmasını ve kendisinden etkilenişini şu şekilde anlatmaktadır:


“Gençliğimin ilk yıllarında Nişâbur’da ilimle meşgul idim. Şeyh Ebû Said-i Ebû’l-Hayr’ın Mihene’den gelip toplantılar yaptığını duydum. Onu görmeye gittim. Cemalini görür görmez ona hayran kaldım. Bu topluluğa karşı içimde fazlaca bir muhabbet meydana geldi. Bir gün medresede odamda oturuyordum. Şeyhi görme arzusu gönlümde peyda oldu. Hâlbuki dışarı çıkacak zaman da değildi. Sabretmek istedim, gücüm yetmedi. Kalkıp dışarı çıktım, çarşı başına vardığım zaman Şeyhin büyük bir cemaatle gittiğini gördüm. Ben de arkalarına takıldım. Şeyh bir yere girdi, cemaat de onu takip etti, ben de onların ardından girdim. Şeyhin beni göremeyeceği bir köşeye çekildim. Semâ ile meşgul oldular. Hoş vakit geçirdiler. Şeyhte vecd zâhir oldu. Elbisesini yırttı. Semâ bittiğinde şeyh elbisesini çıkardı, bunu önünde paraladılar. Şeyh bir yeni/giysi parçasını ayırıp bir tarafa koydu ve ‘Neredesin ey Ebû Ali Tûsî?’ diye seslendi. Hiç cevap vermedim. Beni nasıl olsa tanımaz ve görmez. Belki de müridlerinden birisi var dedim. Bir daha çağırdı, cevap vermedim. Üçüncü defa çağırdığında yine cevap vermedim. Cemaat, ‘Şeyh herhalde seni çağırıyor olmalı.’ deyince kalkıp şeyhin önüne vardım. Şeyh hırka parçasını bana verdi ve: ‘Sen bize bu yama ve yen gibisin.’ dedi. Onu alıp hizmet ettim. Aziz bir yerde sakladım, bundan sonra devamlı şeyhin hizmetinde bulundum. Bu hizmetten bana pek çok fayda, gönül aydınlığı ve iyi haller yüz gösterdi.”


Ahde Vefa İmandandır


Ebû Said’in sohbet ve semâ meclislerine devam eden Fârmedî’ye, Ebû Saîd, onun büyüklerin diliyle bülbül gibi konuşacağı ve kendisine mânâ âlemlerinin açılacağı müjdesini verdi. Şeyhi Ebû Said ile birlikte Mihene’ye gitti. Ebû Said ve kendisine eşlik eden kalabalık bir topluluk, Mihene’ye giderken bir dağın eteklerine varırlar. Önlerine yabanî ve yırtıcı bir hayvan çıkar. Kafiledeki herkesin yüzünde şafak atar ve hemen oradan kaçışırlar. Ebû Said ise olduğu gibi atının üzerinde durur. Yabanî hayvan yaklaşınca, Ebû Said atından iner. Hayvancağız önünde yuvarlanmaya ve kıvrılmaya başlar. Bir süre sonra Ebû Said, yabanî hayvana; “Zahmet ettin, artık dön.” demesi üzerine, hayvan geri döner ve oradaki dağa yönelir. Dervişlerin hepsi Ebû Said’in huzuruna gelip; “Efendim, ne oldu?” diye sorarlar. Şeyh; “Bu dağda yıllarca birbirimizle arkadaş olmuş, her ikimiz de birbirimizin (feth ve) feyizlerine tanık olmuştuk. Buradan geçeceğimizi haber alınca geldi, ahdini tazeledi. Zaten ahde vefa imandandır. Her kimde ahlâk varsa her şey onun yanına o ahlâkla (huy, tabiat) gelir. Bakınız İbrahim (a.s.) bir ahlâk yolunu tuttuğundan ister istemez ateş onun huyuyla karşıladı.” şeklinde cevap verir.


Ebû Saîd Nişâbur’dan ayrılınca, Fârmedî, üstadı Kuşeyrî’nin huzuruna çıkarak kendisinde meydana gelen rûhî gelişmeleri anlattı. Fakat Kuşeyrî ona ilim öğrenmeye devam etmesini tavsiye etti. İlimde derinlik ve marifette rüsûh kesbeden Fârmedî, üstadının izniyle medreseden ayrılarak, Kuşeyrî’nin dergâhına taşındı. Bir süre mücâhede ve riyazetle meşgul olduktan sonra Fârmedî, bir gün şahidi olduğu muazzam bir tecelli ile sarsıldı. İlimle meşguldü, elindeki kalemi hokkaya batırarak yazı yazıyordu. Kalemi hokkaya daldırdığında kalemin ucunu bembeyaz olarak gördü. Hâlbuki hokka mürekkeple doluydu. Kalemi tekrar hokkaya sokup çıkardı, fakat yine değişen bir şey yoktu. Büyük bir dehşete kapılıp hocası Kuşeyrî’nin yanına gitti. Fârmedî’nin anlattıklarını dinleyen Kuşeyrî; “Artık senin işin benim sınırlarımı aştı. İlim senden el çektiğine göre sen de ondan el çekip ruhunu erdirmeye ve içindeki ateşi söndürmeye bak.” dedi. Yine Fârmedî, şeyhi Kuşeyrî’nin hamamda bulunduğu bir sırada ihtiyaç duyduğu suyu, kendiliğinden ve şeyhi istemeden getirip kapısına bırakıvermişti. Onun bu inceliğini gören üstadı; “Sen bu feraset ve hizmet anlayışınla bizlerin yetmiş yılda elde ettiğini bir defada edindin. Allah (c.c.) seni yüceltsin.” diye dua etmişti. Kuşeyrî’nin hayret ettiği ondaki bir başka olay ise şu şekilde gerçekleşir: Fârmedî bir süre daha üstat Kuşeyrî ile mücâhede eğitimine devam eder. Bir gün kendisini amansız bir hâl kaplar ve o hâl içinde yok olur. Durumu üstadı Kuşeyrî’ye anlatır. “Ebû Ali! Benim gücüm bundan daha fazla değil. O hâl bundan yücedir, onun yolunu bilmiyorum.” der. Gönlünde doğan bir fikir gereğince, kendisini bu makamdan daha yükseğe ilerletecek bir pîr ihtiyacını hisseder. Hatta zamanla şeyhi Kuşeyrî’den farklı bir tutum sergilediği de olur. Örneğin Kuşeyrî, Hallâc-ı Mansur’un çizgisini, söylem ve üslûbunu benimsemezken, Fârmedî Hallâc’ın hâli ve seyri hakkında saygın bir tutum sergilemiş ve kendisine tazimde bulunmuştur.


Dili ve Gönlü Açıldı


Yeni bir mürşide ihtiyacı bulunduğunu anlayan Fârmedî, ününü duyduğu Ebû’l-Kâsım el-Gürgânî ile görüşmek üzere Tûs’a gider. Fârmedî, Ebû Osman el-Mağribî ve Cüneyd-i Bağdadî’nin halifesi olan Gürgânî ile görüşüp tanışmasını şu şekilde anlatmaktadır:


“Şeyhim Kuşeyrî’nin dünyasını aşan hâlleri yaşamaya devam ediyordum. Hatta bu hâller her geçen gün gittikçe artıyordu. Daha önce Ebû’l-Kâsım Gürgânî’nin adını işitmiştim. Tûs’a gittim. Şeyhin yerini bilmiyordum. Şehre vardığımda şeyhin yerini sordum. Tarif ettiler, vardım. Müridlerinden bir cemaatle mescitte oturuyordu. Ben de iki rekât tahiyyetü’l-mescit namazı kılıp önüne vardım. Şeyh başını önüne eğmişti. Başını kaldırıp; ‘Ebû Ali, gel.’ dedi. Selâm verip oturdum. Vakıalarımı anlattım. Şeyh Ebû’l-Kâsım; ‘Başlangıcın mübarek olsun, şu durumda belli bir dereceye erişmişsin, fakat terbiye görürsen daha yüce derecelere erişirsin.’ dedi. Gönlümden ‘Benim pîrim budur.’ diye geçirdim ve onun yanında ikâmet ettim.”


Ebû’l-Kâsım Gürgânî, Fârmedî’yi türlü riyazetlere tâbî tutar. O da verilen görevleri yerine getirmeye, riyazet ve mücâhedesinde sebat etmeye çalışır. Şeyhi bir gün Fârmedî ile diğer müridi Ebû Bekir Abdullah Derâverdî’yi Mihene’deki Ebû Said-i Ebû’l-Hayr’ın yanına gönderir. Mihene’ye vardıklarında âdâb ve erkânın gereğini yerine getirirler. Şeyhin huzuruna vardıklarında Şeyh Ebû Said, müridlerinden Hasan Müeddib’e emir buyurup onlara birer bez vermesini söyler. Sonra Fârmedî’ye bu bezle duvardaki tozları silmesini emreder. Ebû Bekir Abdullah’a da dervişlerin ayakkabılarını temizleme görevi verir. Üç gün Ebû Said’in hankâhında kalıp görevlerini yerine getirirler. Dördüncü gün Ebû Said, şeyhleri Ebû’l-Kâsım’ın yanına dönmeleri gerektiğini söyler ve onlar da şeyhlerinin yanına varırlar. Aradan bir zaman geçtikten sonra Gürgânî de Ebû Said de vefat eder. Fârmedî akıcı bir üslûba, güçlü bir hitabete ve nezih bir konuşma yetisine sahip olur. Etrafı mürid kitleleri ile dolup taşar. Geniş kesimler tarafından büyük bir kabul görür. Ünü ve ismi cihanın her tarafını kaplar. Olanca saygın ve seçkin konumuna rağmen yoldaşı Ebû Bekir Abdullah’ın ise halk arasında ne ismi ne de şöhreti yayılır. Tanınan ve anılan birisi olmaz. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda Ebû Bekir Abdullah bu durumu şu şekilde yorumlar:


“Şeyh Ebû Said, Ebû Ali el-Fârmedî’ye bezle duvardaki tozları silmesini emretti. Yani ömür boyu Hak kullarının gönül duvarlarındaki günah tozlarını söz beziyle temizlemesini emretti. Bana ise dervişlerin ayakkabılarını temizlememi emretti. Bu da sıradan biri olmama, anılan ve ünlenen biri olmayacağıma işaret ediyordu.”


Bu rivayetin gereği olarak, Gürgânî, yanında mücâhede ve riyazet dönemini tamamlayan Fârmedî’ye vaaz ve irşadda bulunma icazeti verdi. Dili ve gönlü açıldığından olağanüstü güzel ve etkili konuşmalar yapmaya başladı. Edebinin güzelliği, konuşma sanatındaki eşsiz örnekliği, yerinde tespitleri, üslûbunun tatlılığı ve gönüllere işleyen sözlerinin rikkati ile dikkat çekti. Nişâbur’da vaaz verdiği sırada, mecliste hazır bulunanlardan İmamü’l-Harameyn, kendisine: “‘Âlimler peygamberlerin varisleridir.’ hadisi ile hangi âlimler kastedilmektedir?” diye sorar. O da; “O zümrenin mensupları ne soran gibidir ne de sorulan gibi. Fakat gerçek varis, mescidin kapısında yatmaktadır.” deyip Muhammed b. Eslem (ö.242/856)’in mezarına işaret etti. Dolayısıyla Fârmedî, vaaz ve irşad faaliyetlerinde son derece tevazu sahibi, gurur ve benlik duygusundan uzak ve kendini görmeyi değil, model şahsiyetlerin izinden giderek mânevî dünyasını inşa etmeyi esas alan bir üstattır. Kaynaklar, Fârmedî’nin son derece güzel ve etkileyici konuştuğunu söyleyip onun vaaz meclislerini, çeşit çeşit çiçek açan meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçeye benzetmektedirler.


Ebû’l-Kâsım Fârmedî, himmeti hizmette arayanlardandı. Bu yüzden, şeyhine ve ihvanına hizmette kusursuzdu. Hizmette, hikmeti ve feraseti önde tutardı. Çünkü hizmetten himmet bulmak için hizmetin vaktini ve yerini iyi seçmek gerekliydi. O, ferasetiyle bu konuda şeyhinin dua ve himmetine mazhar olmuştu.


Nakşbendî silsilesinin önemli simalarından olan Ebû’l-Hasan el-Harakânî’den de faydalanan Fârmedî, Harakânî’den istifadesini şu sözleri ile beyan etmektedir:


“Kalbimde hâsıl olan aşk ve şevk ziyadesiyle artmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle Ebû’l-Hasan-ı Harakânî hazretlerinin sohbetine kavuştum. Hizmetinde bulundum. Nihayetsiz feyizlere ve mânevî zevklere eriştim.”


Ebû’l-Kâsım el-Gürgânî’nin mânevî verasetine nail olan Fârmedî, Gürgânî’nin kızıyla evlenerek maddî mirasına da nail oldu. 477/1084 tarihinde Tûs’ta vefat eden Fârmedî, orta boylu, esmer tenli, ciddi ve vakur görünümlü ve çatık kaşlı idi. Bununla birlikte cemali celâline galip, son derece merhametli ve şefkatli idi. Yalnız hakkı söyleme sırası geldi mi kaşları iyice çatılırdı. Gözleri ve kirpikleri siyah, ağzı biraz büyükçe idi. Fesahat ve belâgate önem vermemekle birlikte düzgün ve etkili konuşurdu.


Dipnot
* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE – ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
1. Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 127-135. sayfalarından özetlenmiştir.