ABDULHÂLİK GUCDEVÂNÎ (K.S.)

ABDULHÂLİK GUCDEVÂNÎ (K.S.)


Hâcegân tarikatının kurucusu olan Abdulhâlik Gucdevânî (k.s.), Buhara’ya yaklaşık 40 km. uzaklıktaki Gucdevân kasabasında doğdu. Babası, İmam Malik neslinden, zâhirî ve bâtinî ilimlere vakıf bir âlim olan Malatyalı Abdülcemil İmam’dı. Rivayete göre, düşmanları tarafından şehirden çıkarılan Malatya sultanının tahtına dönmesini sağlayan Abdülcemil, 113 yaşında olmasına rağmen mükâfat olarak sultanın kızıyla evlendirildi. Bu arada Hızır (a.s.), Abdülcemil’e bu evlilikten bir erkek çocuğu doğacağı müjdesini verip ve adını Abdulhâlik koymasını istedi. Ancak bir süre sonra bilinmeyen bir sebeple Abdülcemil, aile efradını alarak Malatya’dan ayrıldı ve Buhara’nın Gucdevân kasabasına yerleşti. Abdulhâlik Gucdevânî de burada dünyaya geldi.


Memleketi Gucdevân’ın âlimlerinden Sadreddin Buhârî’nin yanında tefsir okurken, kendisinin tasavvuf yoluna karşı olan ilgisi ortaya çıkar. “Rabbini yalvarır/ tadarruan ve korkar/hufyeten bir şekilde zikret, an!”âyetine geldiği zaman, Abdulhâlik, hocasına bunun nasıl olabileceğini sorar. Çünkü cehrî zikir insanlar tarafından duyulabilirken, hafî zikir de şeytan tarafından algılanabilir. Nitekim meşhur bir hadise göre, şeytan insanın bedenine, damarlarındaki kan gibi nüfuz etmektedir. Gucdevânî, bu durumda âyetteki, duayı gizlice yapma emrinin nasıl yerine getirileceğini, diğer bir ifadeyle zikr-i hafînin nasıl uygulanacağını sorunca hocası Sadreddin, ilm-i ledünne ait olan bu meseleyi, eğer Allah (c.c.) dilemişse, ileride ehlullahtan bir zâtın kendisine öğreteceğini söyler. Sonunda bahsedilen ehlullah gelir. Bu gelen rehber Hızır (a.s.)’dır; ona suyun içine dalmasını, suyun altında iken kelime-i şehâdeti tekrarlamasını ve zikrin sayılarak yapılmasını ister. Böylece ona zikr-i hafînin usûlünü telkin eder. Suya dalmak, kısmen sembolik bir maksat taşır; kısmen de dudakları ve dili hiçbir şekilde oynatmamayı teşvik edici pratik bir gaye güder. Harîrî-zâde, Gucdevânî’nin suyun altında zikrini gerçekleştirirken kendisine, “el-cezbetü’l-kayyûmiyye” denilen çok kuvvetli bir cezbe hâsıl olduğundan bahseder.


Hafî Zikir Yapmasına İzin Verir

Bir diğer rivayete göre, Gucdevânî bağda otururken Hızır (a.s.) gelir ve havuza dalmasını, suyun altında iken “La İlahe İllallah Muhammedün Rasûlullah (s.a.v.)” diye zikretmesini söyler. Hızır (a.s.)’ın terbiyesi altında bir süre yetişen Gucdevânî, yirmi iki yaşına geldiğinde, onun tavsiyesi ile Yûsuf Hemedânî’ye intisap eder. Bu yüzden Hızır (a.s.), Gucdevânî’nin pîr-i sebakı/zikir telkin eden pîri ve pîr-i iradeti/sülûka başlatan pîri, Hemedânî ise sohbet pîri olarak telakkî edilmektedir. Ancak Gucdevânî’ye bir hırka verdiği için silsilede onun asıl mürşidi olarak Hemedânî yer almaktadır. Yûsuf Hemedânî, zikirde cehrî usûlü uyguluyor olmasına rağmen, Gucdevânî’nin hafî zikir yapmasına izin verdiği söylenir.


Hemedânî Buhara’da bulunduğu sürece, onun sohbetlerine devam eden Gucdevânî, o ayrıldıktan sonra memleketi olan Gucdevân’a döner. Burada sohbetine lâyık bir kimse bulamayınca inzivaya çekilip riyazet ve mücâhede dünyasına dalar. Bu dönemde vakit namazlarını kılmak için Mekke’ye gidip gelmek gibi kerametleri meşhur olur. Onun şöhreti sadece Buhara çevresinde değil, hacca giden müridleri vasıtasıyla Arap diyarlarında da yayılır. Hatta onun adına Şam’da bir tekkenin kurulduğu nakledilmektedir. Burada oturan müridleri kendisini ziyaret etmek için Gucdevân’a gelmeye başlar.


Genelde Gucdevân kasabasında ikâmet eden ve orada vefat eden Abdulhâlik Gucdevânî’nin türbesi, Buhara bölgesinde büyük bir ziyaret merkezidir.


Birçok müridi olan Gucdevânî, şeyhi Hemedânî gibi kendisinden sonra dört halife tayin eder. Bunlar; Hâce Ahmed Sıddîk, Hâce Evliyâ-i Kebîr/Kelân, Hâce HabbâzBuhârî ve Hâce Ârif Rivgerî’dir.


Gucdevânî’nin dört halifesinden Ahmed Sıddîk yaşça diğerlerinden daha büyük olduğu için, Gucdevânî’nin yerine postnişin oldu. Diğer iki halife ise edeben ona tâbî oldular. Ahmed Sıddîk vefat edince Evliya Kebir Buhara’da, Ârif Rivgerî de Buhara’nın Rivger köyünde Gucdevânî’nin halifeleri olarak irşada başladılar. Böylece Gucdevanî’nin kurduğu Hâcegân tarikatı, iki ana koldan yayılmaya devam etti. Birinci kol, Hâce EvliyâKebîr’in Buhara’da kurduğu kol ikinci kolu ise Gucdevânî’nin halifelerinden Ârif Rivgerî ve halifeleri ile devam eden koldur.


Yetiştirdiği müridleri ve görevlendirdiği halifeleri ile geride yetişmiş insan kitlesi bırakan Gucdevânî’nin bir diğer emaneti, eserleridir. O, kaleme aldığı risaleleri ve kulaklara küpe olacak nasihatleri ile de İslâmî ve insanî kemâlin gerçekleşmesine öncülük etmiştir. Onun bu minvaldeki eserleri Vesâyâ: Vasiyyetnâme, Âdâb-ı Tarikat, Hakâyıku’l-iman ve dekâyiku’l-irfân ile Makâmât-ı Yûsuf-ı Hemedânî’dir.


Nakşbendîliğin İlk Temel Esaslarını Kurar


Ahmed Yesevî ile aynı şeyhten feyz alarak daha sonra kurulacak Nakşbendîliğin ilk temel esaslarını kuran, Mâverâünnehir, Buhara, Harezm ve Horasan bölgesinde tasavvuf ve tarikat hizmetini sürdüren Abdulhâlik-ı Gucdevânî, uzun boylu, büyükçe başlı, beyaz tenli, güzel yüzlü, gür ve çatık kaşlı idi. Göğsü enli, omuzları genişti. İri vücutlu ve mehabetliydi. Basiretli ve gönlü mâneviyata açıktı. Gucdevânî, hâlini insanlardan gizli tutar, nefsinin isteklerine uymaz, nefsinin istemediği şeyleri yapmakta kendisini pek ağır imtihanlara tâbî tutar, fakat hiç kimseye bir şey sezdirmezdi.


Nakşbendîliğin “on bir esası”nı kuran Gucdevânî’den Bahâeddîn Nakşbend’in de “üveysi” tarik ile feyz aldığı bilinmektedir. Gucdevânî, Nakşbendîyye silsilesine sadece hafî zikri değil, ayrıca sonradan Bahâeddîn Nakşbend’in üç prensip daha eklediği kutsal kelimeler (kelimât-ı kudsiyye) olarak bilinen ve Nakşbendîyyenin tüm kollarında sürekli bir rağbet gören sekiz prensibi miras bırakmıştır. Kelimât-ı kudsiyye, tarikata özgü bir doktrin teşebbüsü olarak ele alınmamalı, daha ziyade karakteri ve mânevî metodun genel bir tespiti olarak görülmelidir.


Gucdevânî’nin ortaya koyduğu sekiz prensip, Hâcegân ve Nakşbendîyye tarikatlarında seyr u sülûkun temel kaideleri olarak kabul edilmiştir. Bunlar, günlük hayatta ve zikir esnasında müridin riayet etmesi gereken kaidelerdir. Sekiz kaideden ilk dördü olan hûş der dem, nazar ber kadem, sefer der vatan ve halvet der encümen, müridin günlük hayatta uyması gereken kurallardır. Diğer dördü ise günlük evrat ve zikir esnasında uyacağı prensiplerdir. Muhammed Pârsâ, Abdulhâlik Gucdevânî’nin derlediği sekiz kaideden günlük hayatla ilgili ilk dördünü zikrin esası, günlük evrat ile ilgili diğer dördünü ise zikrin rükünleri olarak tasnif etmiştir. Çünkü görünüşte zikir günün belli vakitlerinde icra edilen bir evrat ise de, hakikatte günün her anına ve bedenin her hücresine yayılan bir bilinç düzeyidir. Ahmed Kâsânî de bu kaidelerin bir zâhirî, bir de bâtınî anlamları olduğunu, müridlerin mânevî mertebeleri farklı olduğu için kendi kabiliyetlerine göre bu kaideleri anladıklarını ifade etmiş ve ilk dört kaidenin zâhirî ve bâtınî mânâlarını açıklamıştır. Kelimât-ı kudsiyye diye adlandırılan bu on bir kaide ise şunlardır:


Hûş der-dem


Alınan her nefeste gafletten uzak olmak, bilinçli olmak, her an Allah (c.c.) ile olmak ve gaflete düşmemek anlamında bir terimdir. Nefes alıp verirken çıkan “he” sesi, sâlike gayb-ı hüviyeti, yani Allah (c.c.)’ın zâtını hatırlatmalıdır. Verilen her nefes bir hazinedir, ancak insanlar çoğunlukla bunun farkında değildirler. Verilen her nefes insanın değerli ömründen bir parça koparıp götürür ve yerine başka bir şey konamaz. Bu sebeple her anı şuurlu geçirmek gerekir. Huş der dem teriminin bir mânâsı da sâlikin içinde bulunduğu makam ve hâle riayet etmesidir.


Nazar ber-kadem


Nazar ber kadem, hem harfi harfine, hem de sembolik olarak ayağa bakmak demektir. Kelime anlamının böyle olmasının sebebi, kişinin kendisine lazım olmayan şeyleri görmesinden kaçınmak ve böylece de dünyaya bağlanmamak içindir. Sembolik olarak da, nefiste tevazu duygusu meydana getirmek ve hakiki maksada doğru yönelmiş olan bir algıyı yitirmemek içindir.


Sefer der-vatan


Tasavvufî eğitimin erdirici yollarından biri de seyahattir. Vatanda yolculuk anlamına gelen bu terime yüklenen mânâlar şunlardır: Bir mürşid-i kâmile ulaşabilmek kastıyla çıkılan yolculuğu ifade etmesinin yanı sıra, insanın kötü ahlâktan, günahların yoğunluğundan arınıp güzel ahlâk ve latif duygulara yönelmesini ifade eder. İnsanın kendi iç âleminde Allah’a yürümesidir.


Halvet der-encümen


Zâhirde halk ile esasta Hak ile bulunmak. Toplum içinde yalnızlık anlamına gelen bu terim sûfînin bir köşeye çekilmeyip halk arasına karışmasını, ancak bedenen halk arasında iken kalben onlardan ayrı, yalnız ve Allah (c.c.) ile birlikte olmasını ifade etmektedir.


Yâd kerd


Sâlikin murakabeye ulaştıktan sonra uyguladığı nefy ü isbat zikridir. Her gün belli sayıda yapılır. Zâkir, gözlerini yumar, ağzını kapatır, dişlerini birbirine kenetleyip dilini damağına yapıştırır. Nefesini tutup, dili hareket etmeksizin kalbiyle zikredecek şekilde illallah lafzını kalbine vurdurur. Hararet, bütün vücuduna başını hareket ettirerek yayılır. Kalbinden bütün fânîleri çıkarıp onlara fenâ nazarıyla; Bâkî olana da bekâ nazarıyla bakar. Bu şekilde yirmi bir veya yirmi üç kez söyledikten sonra “Muhammedun Resûlullâh (s.a.v.)” der. Bu esnada maksudundan başkasını düşünmez. Zira nefy ü isbatta mürid, zâhiren nefes verirken bâtındaki hatarâtı da nefyetmektedir.


Bâz-geşt


Geri dönüş veya başka bir makama dönüş anlamına gelen bu terim, nefesi tutarak kalp ile birkaç kez yapılan kelime-i tevhid zikrinden sonra nefesi salarak dil ile “İlâhî entemaksudî ve rızakematlubî” (Allah’ım! Maksadım sensin ve isteğim senin rızandır.) cümlesini söylemeyi ifade eder.


Nigâh-daşt


Koruma, muhafaza etme anlamındaki bu terim, kalbin dünyevî düşüncelerden korunmasını ifade eder. Nefesi tutarak yapılan kelime-i tevhid zikrinin gayesi de aynıdır.


Yâd-daşt


Hatırında tutma, anma anlamına gelen bu terim, daha önce zikredilen üç terimin gayesi olup Allah (c.c.)’ı hatırlama hâlinin daimi olmasını ifade eder. Buna müşahede ve gaybetsiz huzur da denir.


Vukuf-i Zamanî


Her geçirilen saati huzur ve gaflet noktasında muhasebeye tabi tutmak¸ zamanı iyi değerlendirmektir. İçinde bulunulan vaktin kıymetini iyi bilmeli lüzumsuz şeyleri terk edip zamanını iyi harcamalıdır. Zamanı değerlendirme konusunda nefsini sık sık hesaba çekmelidir.


Vukuf-i Adedî


Salikin manevi haline göre belli sayıda zikir verilir. Zikirde sayıya riayet, esas olarak sayı saymak değil sayı çerçevesi içinde kalbî zikri derinleştirmektir.


Vukuf-i Kalbî


Kalbin devamlı zikr-i ilâhî ile meşgul olmasıdır. Mürit her zaman kalbini yoklamalı onun ne halde olduğuna bakmalıdır.


MENKİBELER

Bir gün biri geldi. ” Son nefeste iman ile gitmek için bize duâ edin!” dedi. Misafire, “Farzları eda ettikten sonra duâ edenin duâsı kabul olur. Sen, farzları yaptıktan sonra duâ ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem de bizim için duânın kabul olmasına vesile olur.” buyurdu.


Safeviler Gücdevan kalesini ablukaya alınca, kendilerine saldıran askerlerin başında heybetli bir zatı elinde iki ağızlı kılıç ile hücuma geçtiğini gördüler. Çok zayiat verip kaçtılar. Üstadın vefâtından önce söylediği aşağıdaki sözleri onun 332 yıl sonra ortaya çıkan kerametiydi.


“Dosta kutlu, düşmana ise bela olurum,
Savaşta demir gibi, barışta sanki mumum,
Nur çeşmesinin başı Goncdüvan menzilimiz
Harbde iki ağızlı kılıç ile vururum.“



Dipnot
1. Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 151-177 sayfalarından özetlenmiştir.