Ashab-ı Suffe ve Eğitim Metodu

Ashab-ı Suffe ve Eğitim Metodu


Geçim derdine düşmezdi suffe okulu öğrencileri. Efendimiz (A.S.) hurmalık sahibi olan Sahabe-i Kirama, hurmalarının zekatlarını Ashab-ı Suffe için mescide, salkımlar halinde getirip asmalarını emrederdi.


Peygamberimiz (A.S.)’in eğitim ve öğretime açtığı okulun adıydı: Suffe… Medine’de Mescid-i Nebi’nin hemen yanı başında, üzeri örtülü, etrafı açık, çardağa benzer gölgelik… Hayat gibi bir yerdi, burası. Namaz vaktinde en az otuz talebenin Nebi (A.S.)’in arkasında saf tuttuğu, insanların gözle görebildiği, gönülleriyle kaynaşabildiği gençliğin eğitim yeri… Nebi (A.S.)’in gözbebekleri irşad ekibi… Nübüvvet pınarından ümmete feyiz ve bereket akıtan iman şebekeleri… Eğitilenlerin muallim (mürşid) olarak taşrayı eğitim (irşad) için hazırlandıkları okul…


Taşraya hizmete giderken bizzat Efendimiz (A.S.)’den aldıkları talimata göre, gittikleri yörenin en kabiliyetli gençlerini, insanlarını, önce yetiştirip, ardından imamlık ve muallimlik yapabilecek seviyeye getiren; sonra aralarından imam tayin eden ve görev bitiminde merkeze dönen eğitim ordusuydu Ashab-ı Suffe… Ve bu okulun öğrencilerini pek çok köy ve kasabada nice hizmetler beklemekteydi. Aralarından evlenip yuva kuranlar olurdu. Mekanları ayrı, ama hizmetleri hep aynıydı.


Suffe okulunun öğretmenlerini (müderris) bizzat Rasulullah (A.S.) tayin ederdi. Abdullah b. Mesud, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka’b, Ebu’d-Derda öğretmenlerden bazılarıydı. Ebu Hureyre, Ebu Zerr, İbn-i Ümmi Mektum, Ebu Said el-Hudrî öğrencilerden birkaçıydı. Sayıları çoktu öğrencilerin. Aralarında, Efendimiz (A.S.)’in sözlerini bizlere en fazla aktaran biri vardı. Asırlarca din düşmanları ona saldırmıştı. Tek bir gaye için: Eğer onu yıpratabilirlerse Peygamber’e (A.S.) tabi olan inananları ezecekler ve peygamberleriyle ümmetinin arasını ayıracaklardı. Ve o Sahabi, Efendimiz’in (A.S.) sözlerinden (hadis) 5374 tanesini aktarmıştı ümmete… Adı: Ebu Hureyre (R.A.). Hicretin 7. yılında otuz yaşlarındayken, Yemen’deki evini-barkını bırakıp, Allah ve Rasulü aşkına:


“Ey Sefer Gecesi! Sığındım / Allah’a! Yolculuğun meşakkatinden


Uzun Geceler! İnancım / Kurtardı beni, küfür evinden”


Şiirini söyleyerek yola düşmüş ve sevgili Rasul’e (A.S.) kavuşmuştu. Medine’de kimi kimsesi yoktu. Kâh Mescid-i Nebi’de, kâh Hane-i Saadetin önlerinde dolaşırdı. Açlıktan doğrulamadığı ve karnına taş bağladığı olurdu.


Geçim derdine düşmezdi O ve suffe okulu öğrencileri. Efendimiz (A.S.) hurmalık sahibi olan Sahabe-i Kirama, hurmalarının zekatlarını Ashab-ı Suffe için mescide, salkımlar halinde getirip asmalarını emrederdi. O gün fakirlik, Allah ve Rasulü’ne aşık, nübüvvet pınarından kanasıya ilim ve amele çalışan müminlerin sıfatıydı. Dünyanın peşinden koşmazlar, ama dünya onların peşinde olurdu.


Ve… O gün aç kalmıştı Ebu Hureyre (R.A.). Takatı ve mecali kesilmiş ayakta duracak hali yoktu.
 

Hane-i Saadetin Önünde


Rasul-ü Ekrem (A.S.)’in evinden çıkacağı yolun üzerinde, Mescid-i Nebi’nin kapısı önünde başladı beklemeye… En sevdiği Rasulün yolunu gözlüyordu. “Şimdi çıkar Rasulü Ekrem (A.S.)” diyordu. “Eğer O’nu göremezsem, yeğeni Cafer-i Tayyar’ı görürüm…” diye düşünüyordu. Çünkü Cafer-i Tayyar (R.A.) sık sık onun hatırını sorar, evine alır götürürdü. Hatta onu, Rasulullah (A.S.) “Fakirlerin Babası” diye isimlendirmişti. Ebu Hureyre, mescidin önünde Hz. Ebubekir (R.A.) ile karşılaştı. Ona Kur’an’ı Kerim’den bir ayet sordu. Maksadı öğrenmek değil, durumundan haberdar etmekti. Ama olmadı. Derken, Hz. Ömer (R.A.) geldi. Aynı şekilde ona da soru sordu. Yine derdini anlatamadı. Nedense gönlünden geçirdiğini lisanına aktaramıyordu. İstemek onun adeti değildi. Suffe okulunun öğrencilerindeki edep böyleydi. Allahu Tealâ, Nuru Muhammedî ile eğitilen o insanlardaki edebi övmüştü. Evet onlar “…Allah’a taatten başka bir düşüncesi olmayan, bu sebeple yeryüzünde dolaşıp (para) kazanmaya imkan bulamayan ve kendilerinin durumunu bilmeyen kimselere karşı gösterdikleri edeplerinden, zengin oldukları zannedilen…” (Bakara/273) müminlerdi. Ebu Hureyre mescidin girişinde mahzun beklerken bir de ne görsün! Sevgili Peygamberimiz (A.S.) kendisine bakıyor, tebessüm ediyordu. Gönüllerin tabibi, mürşidlerin rehberi, Efendimiz (A.S.) bu Suffe okulunun öğrencisindeki hali anlamıştı. Dermanını vermek üzere, Ebu Hureyre’yi eğitiminin (irşad) kıskacına alıverdi. Şimdi eğitimci devreye giriyordu.

 
Kutlu Gaye


Allahu Tealâ, Peygamberimiz’i terbiye eden bir rehber olarak göndermiş ve insanlardan da O’nun (A.S.) ahlakıyla ahlaklanmalarını istemişti: “… Okumakta ve öğrenmekte olduğunuz Kitap uyarınca, Rabbanî kullar olunuz.” (Al-i İmran/79) buyurmuştu Alemlerin Rabbi. Rabbani kul, Rasulü Ekrem (A.S.)’in ifadesiyle, “insanları eğiten, terbiye eden kimse…” (Buhari) demekti. Terbiye etmekten maksat, gönlü-ruhu doyurmaktı. Karın doyurmak vesileydi. Eğitim, bir insanın ayakta durmasını, temel işlerini yürütebilmesini hatta başkalarının vazifelerini de üstlenebilmesini sağlamaktı. Allah Rasulü ve O’nun yolundan giden eğitimcilerin (mürşidlerin) işiydi bu. Sevgili Rabbimiz, eğitici olmamızı ve Rabbimize iman potasında eriyen kul olmamızı istiyordu.


İşte Rasulü Ekrem (A.S.), Ebu Hureyre’yi o an ve o dakika avucunun içine, gönlünün derinliklerine alıvermişti. Ve eğitecekse bir insan bir insanı, önce onu çok sevmeliydi. Efendimiz (A.S.) işte bu sevgi ve muhabbetle tebessüm ediyor, O’na şöyle diyordu: “Ey Eba Hirr! (Kedi Babası)” Ebu Hureyre’nin (R.A.) beklediği de işte bu şefkatli söz ve davranıştı. Bu sıcak davranışa Ebu Hureyre, “ Lebbeyk Ya Rasulallah!… Buyrunuz, emrinize hazırım” diye mukabele ediyordu. Efendimiz (A.S.), “ardımca, gel…” buyurdu ve yürüdü. Öğrencisine neyi, ne zaman vereceğini gerçek eğitimci olan bilirdi. Sabır ve zaman çok önemliydi. Hane-i Saadete girdiler. Ebu Hureyre geride bekliyordu. Rasul-ü Ekrem (A.S.) eve girmesi için ona izin verdi.

 
İlahi Senaryo


Evde yiyecek namına sadece bir bardak süt vardı. Sadece bir bardak süt!… Nebi (A.S.) annelerimize sordu: “Bu süt nerden geldi?!…” Cevap verdiler: “Ey Allah’ın Rasulü! Filan kişi bunu sana hediye olarak getirdi!…” Kullarının bütün işlerini gören ve bilen Allahu Tealâ’ydı. İnsanların terbiyesi için, Allah tarafından ilahi bir senaryo hazırlanmıştı. Bütün işler Allah’ın kudret eliyle cereyan etmekteydi.


Rasulü Ekrem (A.S.) Ebu Hureyre’ye dönerek: “Şimdi, Ashab-ı Suffe öğrencilerini bana çağır!…” buyurdu. Rehberin gönlü, sadece bir öğrenciyi değil, eğitilecek her öğrenciyi kucaklıyordu böylece. Çünkü O, çocukları arasında ayrım yapmayan anne-babadan daha şefkatliydi. Diğer öğrencilerin çağrılmasına üzülmüştü Ebu Hureyre. Aç ve mecalsiz bir haldeyken ve bir bardak süt bulmuşken beklemek niyeydi?! Bu bir bardak sütü O içmeli değil miydi? Hem kime yeterdi, bu bir bardak süt?… “Şimdi, Suffe’deki öğrenciler gelecek. O zaman bundan bana ne düşecek?!” diyordu, kendi kendine. (Buhari)

 
Mürşid Alimler Sıradaydı


Hemen kendini toparlamıştı, Ebu Hureyre. Böyle şeyler düşünmemeliydi. Zira O sevgili Rasule itaat, Allah’a itaat demekti. Bu gayeyle Yemen’den evini-barkını terkederek gelmemiş miydi? Gevşeklik yoktu. Eğitiliyordu. Hemen Ashab-ı Suffe’nin yanına vardı. Öğrencilerin sayısı, Efendimiz (A.S.) tarafından bir sefere veya göreve gönderilmemişlerse 70-100 civarında oluyordu.


Gelecek nesillerin mürşid-rehber kadrosu Hane-i Saadete geldi. Her birisi irşad edici alimdi. Rasulullah (A.S.) “Ey Ebâ Hirr!…” “ Lebbeyk ya Rasulallah!…” “Şimdi, şu süt bardağını al ve misafirlere ikram et!…”


Evet, o gün onlar Nebi (A.S.)’nin evine misafir olmuşlardı. Ashabın pek çoğu böyle anlar yaşardı. Bir kahvenin kırk yıl hatırı olur da, bir bardak sütün Sahabe-i Kiram’ın talebeleri olan Tabiîn’e ulaşacak hiç bir tesiri olmaz mıydı?!… Süt sebepti, vesileydi. Gaye ve hedef karşılarında eğitimci olarak duran zatın manevi güzelliği ve bu güzelliğin tacı olan Nur-u Muhammedî’ydi. Ashab-ı Suffe yıllarını, canlarını, mallarını manada eritip, gönülleri, ruhları doyduğu için teslim oluyordu. Bu eğitim ve Muhammedî ahlakla ahlaklanan Suffe Okulunun öğrencileri, ümmeti ilme, amele, ihlas ve muhabbete davet etmeye böylesi bir dünya içerisinde hazırlanıyordu.


Ebu Hureyre’nin dolaştırdığı bir bardak süt herkese yetmişti. Ve sıra Rasulü Ekrem (A.S.)’e gelmişti. Kainatın Serveri bardağı eline aldı, Ebu Hureyre’ye döndü, yine tebessüm ederek mübarek dudaklarından şefkatli hitap edası bir kez daha çıktı:


“Ey Eba Hirr!…”


“Lebbeyk Ya Rasulallah!…”


“Süt içmedik bir ben kaldım. Bir de sen. Haydi, otur da iç!…”

“………….”

“Tekrar iç!…”

“……….”

“Tekrar iç!…”


“Ey Allahın Rasulü! Artık içemiyorum! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a kasem olsun ki, sütün gideceği yer kalmadı!…”


“Öyleyse bardağı bana ver!”


Rasulullah (A.S.) Allah’a hamdetti. Besmele çekti. Kalan sütü içti. (Buharî, Aynî)

 
Başkasını İspat Etme Sanatı: Eğitim


Henüz Rasulullah (A.S.) hayatta iken Ashab-ı Suffe’yi ispatlamıştı. Zira eğitim, bir başkasını ispatlama sanatıydı. En güzel eğitim merkezi tasavvuf, tasavvuf ise yaşantı değil miydi? Mürşidler, müridlerini ispatlamaya çalışır, bir an önce eğitimlerini (seyr-u süluk) bitirsinler de, Allah’a ulaşsınlar diye terbiye ederlerdi. Nefsi ıslah etmek bunun içindi. Nefsin ıslah edilmediği bir eğitim anlayışında, kendini ispat etmek temel hedefti.


Ve Allah Rasulü (A.S.) “Ben de sizin gibi bir beşerim” diyor, rabbani kullar da “Bizler kimiz ki?!…” diyerek başlarındaki terbiyecilerine tabi oluyorlardı. Ve buna edeb diyorlardı. Bu edeble Sahabe-i Kiram’ı, Efendimiz (A.S.) ispatlamıştı. Allah buna şahitti: “… Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlar…” dı (Tevbe/100). Ve Sahabe-i Kiram Ebu Hureyre’yi düşünüyordu. O, daima Rasulullah’tan bahsediyordu. Dikkat etmeli değil miydi? Ebu Hureyre farkında olmadan, Rasulullah (A.S.) aslında söylemediği halde, söylemiş gibi meseleleri aktarırsa, zarar görmez miydi? İstemezlerdi onun zarar görmesini. Çünkü onlar kardeş olmuşlardı Yemen’den gelip aralarına katılan Ebu Hureyre ile.


“Çok hadis rivayet ediyorsun?…” dediler. Kızmamıştı belki ama Rasulullah’ın ispat ettiğini, o da ispat etmeliydi. İnsanlar dikkat etmeliydi yaşantılarına. Dünya geçiciydi. Ve şöyle dedi onlara: “Muhacir kardeşlerim, çarşıda alış-verişte, ensar kardeşlerim de ziraatle meşgul olurken, ben karın tokluğuna, Rasulullah (A.S.)’a hizmet ediyordum.” (Buhari, Müslim)


Haklıydı Ebu Hureyre. Yemen’i boşuna bırakıp gelmemişti. Ana kucağında, baba ocağında ilim olmazdı. İlim için sıla hasreti çekilmeliydi. Muhabbet olmalıydı. Sevmeliydi insan. İlgilenmeliydi. Zira ilgilenme, bilgilenme demekti. Allah ilmi isteyene verirdi. İstemişti Ebu Hureyre “Allahım! Bana hiç unutmayacağım ilmi nasip et!…” diye dua ederken, Nebi “Amin. Allahım!…” demişti.  Duasız iş olmazdı. Eğitirken ve eğitilirken en büyük dua, kendisini eğitene (mürşide) yönelmekti. Bu yöneliş Efendimiz (A.S.)’e ondan da Allah’a yönelmek demekti.


O, Nebi’nin kendisini terbiye etmesine razıydı. İşte bu çok önemliydi. Rasulullah (A.S.): “Hırkanı çıkar, yere ser!…” diyerek, ellerini açıp dua etmiş ve “şimdi, onu dür ve bağrına bas!…” buyurmuştu. (Müslim) Eğiten Yüce Rasul, yıllar sonrasını görüyordu onu eğitirken… O nice hizmetler yapacaktı!.. İşte!.. Suffe okulunun eğitimi!…


Ve… bu asrın ve bütün asırların eğitimcisi veliler… Allah dostları… Asr-ı Saadetin insanlara uzanan şefkatli elleri, gülleri… Onlar asırların süzgecinden geçirilen ilimleri, rabbanî alimler olarak okumakta ve öğretmekte oldukları Kur’an ayetlerini, insanların hayatına tatbik ediyor, Rasulullah’ın sünnetine tabi oluyorlar.


Ve onlara tabi olanlar, onların terbiyesine teslim olanlar, her devirde nurlu saadet asrının ruhunu, muhabbetini devam ettiriyorlar.


Ahmed Yatağan, Semerkand Dergisi, Eylül 1999.