Seyyid Taha el-Hakkari
Seyyid Tâhâ el-Hakkârî


İNŞALLAH YAKIN ZAMANDA VAKIF OLARAK TÜRBEYİ ONARACAĞIZ
Seyyid Tâhâ el-Hakkârî, hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den aldığı ilmi geleneği yaşadığı coğrafya olan Hakkâri bölgesinde uzun süre sürdürmüştür. Seyyid Tâhâ yaşadığı zaman diliminde sahip olduğu karizmatik kişiliği sebebi ile komşu ülke İranlı idarecilerin de dikkatini çekmiş, kendisine çeşitli hediyelerle yakınlaşmaya çalışmışlardır. Fakat Osmanlı idarecileri Seyyid Tâhâ’nın toparlayıcı ve toplum nezdinde edindiği manevi kimlik ve kişiliğinden istifade ederek bölgeyi sulh adası haline getirmişlerdir. İstanbul’u Şemdinli’ye bağlayan bu manevi bağ uzun süre etkisini devam ettirmiştir. Bu geleneğin kaybolması ile bölge sahip olduğu barışı kaybetmiştir.
Hakkâri adı, eskiden Van gölünün güneyinde ve bir bölümü de Îrân’a doğru uzanan yörelere yerleşmiş “Hakkâr” kabilesinin isminden gelmektedir. Arapçada yazılan literatürde bölge adı “ye” olarak geçmekte olup, “Hakkârlar’ın Şehri” anlamına gelmektedir.
Yörede yapılan araştırmalarda ele geçen belgelerden ve çevrede bulunan kaya isimlerinden, bölgenin tarih öncesi çağlarda yerleşim yeri olduğu, sırayla Sümerler, Akadlar, Urartular ve Asurluların uzun süre yaşadıkları tespit olunmuştur. İlk çağlarda müstahkem bir kale gözüyle bakılan ve bu yüzden uzun savaşlara sahne olan Hakkâri 1514’de, Çaldıran zaferinden sonra Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Hakkâri bir dönem Van’a bağlı bir sancak iken, daha sonra il statüsüne kavuşturulmuştur. Kronolojik olarak da görüleceği gibi Hakkâri, ilim ve kültür tarihi açısından, çok sayıda medeniyetin zengin mirasına sahiptir.
Hakkârî nisbesiyle tanınan önemli kişilerden bazıları şunlardır: Meşhur sufî ve âlim Ebû’l-Hasan Ali b. Ahmed el-Kureşî elHakkâri, Eseduddin Şirkuh’un Hocası ve Selahaddin-i Eyyubi’nin danışmanı Ziyaeddin İsa b. Muhammed el-Hakkâri, Müfessir Şihabuddin Ahmed b. Ahmed el-Hakkâri ve Şafii fakihi Muhammed b. Abdullah el- Hakkârî 4 ve Seyyid Tâhâ el-Hakkârî.
Kaynaklarda Seyyid Tâhâ el-Hakkâri veya Tâhâ el-Hakkâri şeklinde geçmektedir. Hocası Mevlânâ Hâlid’in kendisine yazdığı mektuplarda es-Seyyid Tâhâ el-Hakkâri şeklinde ifade edilirken kendisinin yazdığı mektuplarda Seyyid Tâhâ el-Hâlidî en-Nakşibendî nispetiyle ifade edilmektedir. Ayrıca Şeyh Seyyid Tâhâ Keylânî, Seyyid Tâhâ en-Nehrî formunda geçtiği gibi Şeyh Seyyid Tâhâ Geylanî şeklinde de ifade edilir. Seyyid Tâhâ el-Hakkâri Nakşibendiyenin Hâlidiye kolunun Anadolu’daki halkasının silsilesinde ayrı bir öneme sahiptir.
Nesebi; Şeyh Abdulkâdir Geylâni’ye şöyle ulaşmaktadır. Seyyid Tâhâ, Seyyid Molla Ahmed, Seyyid Salih, Seyyid İbrahim, Seyyid Hâci, Seyyid Muhammed, Seyyid İbrahim, Seyyid Abdullah, Seyyid Ebu Bekir, Seyyid Abdulaziz, Muhyiddin Abdulkadir el-Cilâni (Geylâni).
Seyyid Tâhâ âlim, fazilet sahibi, kâmil mürşit, enfas-ı kudsiyye sahibi, ilahi ilimlere mâlik gibi özelliklerle anılır. Lakap olarak kendilerine “Şihabuddin”, “İmaduddin”, “Kutbu’l-irşad” denilmektedir.
Seyyid Tâhâ’nın doğum tarihi bilinmemektedir. Vefat tarihi ise 1853 olarak tespit edilebilmiştir. Hakkâri’nin Şemdinli ilçesine bağlı Nehri’de vefat etmiştir. Babasının adı Molla Ahmed b. Salih’tir. İlk tahsiline babasının yanında ve gözetiminde küçük yaşta başlamıştır. Milyonları harekete geçiren tedris hizmetinin kaynağı ve 42 yıl süren irşat faaliyetinin temelinde babası Molla Ahmed’in hizmeti ve himmeti mevcuttur10. Kısa hayatında farklı coğrafyaları
etkileyen ve fertlerin “kalbi hayatını kıvamına getirmedeki” hizmetinde babasının manevi etkilerinin ayrı bir yeri vardır.
Seyyid Tâhâ el-Hakkâri Mevlânâ Hâlidi Bağdadî’nin (ö.1242/1827) özel olarak teveccühlerine mazhar olmuştur. Mevlânâ
Hâlid’in talebelerinden olan Seyyid Tâhâ’nın amcası Seyyid Abdullah hocasına yeğeninin istidad ve kabiliyetlerini anlatınca Mevlânâ Hâlid Seyyid Abdullah’a bir daha gelişinde Seyyid Tâhâ’yı getirmesini söyler. Seyyid Abdullah ikinci gidişinde yeğeni Seyyid Tâhâyı da beraberinde götürür. Seyyid Tâhâ Mevlânâ Hâlid’in yanında bir müddet kalarak feyiz ve irfanından istifade eder. Daha sonra Mevlânâ Hâlid, Seyyid Tâhâ’yı Berdesûr’a gönderir. Kendisine “Seni yetiştirmede üzerimize düşeni yaptık” diyerek onu bir “şehzade” olarak gördüğünü ifade eder.
Bu hususta Mevlânâ Hâlid müridlerine tevazunun bir ifadesi olarak “…Benim Seyyid Tâhâ’dan daha üstün olduğumu zannetmeyiniz” der. Orada bulunan müridlerden biri “Fakat siz, onun üstadı değil misiniz?” diye sorunca, Mevlânâ Hâlid şöyle der: ”Evet ben onun üstadıyım fakat onun benimle olan durumu bir şehzade eğitmeninin şehzadeye karşı olan durumu gibidir. Şehzade eğitmeni her ne kadar onları eğitip terbiye ediyorsa da, şehzadeler ondan daha üstündürler” der.
Seyyid Tâhâ amcası Seyyid Abdullah’ın vefatından sonra Şemdinli’nin Nehri kasabasına gelip amcasının okuttuğu talebelerin
yetişmeleri için çalışır. Nehri, bölgenin ilim ve irfan merkezi olarak uzun süre faaliyet merkezi olur. Seyyid Tâhâ Nehri de yaşayan herkesin yardımına koşar. Özellikle Nehri’deki medresesinde bulunan talebelerinin yetişmesinde özel ihtimam gösterir. Yetiştirdiği talebeler birer mürşit olarak bölgenin değişik coğrafyalarında ilim ve irfan meşalesini yakmaya devam etmişlerdir.
Yetiştirdiği talebelerinin her türlü problemleri ile çok yakından ilgilenmiştir. Talebelerinden olup “Gavs”13 olarak bilinen daha sonra da “Gavs-ı Hizani” olarak anılan Seyyid Sıbğatullah Arvasi şöyle bir anekdot anlatır: ”Şeyhim Seyyid Tâhâ’nın dergahında kaldığım zamanlardan birinde, şeyhimin amcası Seyyid Abdullah’ın türbesini ziyaret etmeye gitmiştim. Bu sırada şeyhim Seyyid Tâhâ teveccüh yapmak üzere camiye gelmişti. Beni göremeyince aratmış… Huzuruna geldiğimde azarlayarak bana: “Sen buraya kabir ziyaretine mi geldin?” dedi. Seyyid Tâhâ böylece talebelerine hayatlarında nasıl bir yol izlemesi gerektiği dersini verir.
Talebelerini yetiştirip değişik yerlere irşat vazifesi için gönderdiğinde de irtibatını devam ettirerek onlara irşat ve ikaz edici mahiyette mektuplar yazmıştır. Bu metot kendisine üstadı Mevlânâ Hâlidi Bağdadî’den kalmıştır. Seyyit Tâhâ’ya gönderdiği mektuplarla nasıl bir yol haritası takip etmesi gerektiği hususunda ondan yardımını esirgememiştir. Bu yüzden sosyal ahlak alanında Anadolu dindarlığının en güçlü damarı Seyyid Tâhâ ile önemli bir unsur haline gelmiştir. Bunun teşekkülünde Seyyid Tâhâ ve Mevlânâ Hâlid’in çok sıkı olan diyaloglarının önemi vardır. Bu diyaloglar bölgenin korunmasını da temin etmiştir. Cereyan eden bu diyalogların boyutlarını aşağıda gelecek mektuplarda görmek mümkündür.
Seyyid Tâhâ’nın Mevlânâ Hâlid ile Olan İlişkileri
Mektupla irşat fonksiyonunu icra etme Kur’an-ı Kerim’de Hz. Süleyman’ın Sebe kraliçesine gönderdiği ve “…Mektubumu al ve
onlara ulaştır…16” ifadelerinde görülmektedir. Bu kapsamda Hz. Peygamber (s.a.v.) de Medine döneminde Bizans Hükümdarına,
Habeşistan Hükümdarına, Îrân Kisra’sına, İskenderiye Hükümdarına, Arabistan kuzeyinde bulunan çeşitli kraliyet ailelerinin bakiyelerine, Arap kabile başkanlarına, ünlü ve nüfuzlu kişilere17 mektuplar göndermiştir.
Tasavvufun ilk dönemlerinden itibaren sufiler de mektup yazmayı irşat ve eğitim faaliyetinin bir parçası olarak görmüşlerdir. İçerikleri dikkate alındığında sufilerin mektupları yöneticileri uyarmak ya da onlara bazı istekleri iletmek, ilim ehli kimselerle görüş alış verişinde bulunmak, soruları cevaplamak yanlarında bulunmayan müridlerin seyrü sülûk esnasında karşılaştıkları problemleri çözmek ve rüyalarını yorumlamak gibi amaçlarla kaleme aldıkları görülür. Nitekim Hallac-ı Mansur’un hapisteyken İbn Ata’ya yazdığı mektuptan, İbnu’l-Rabai’nin Selçuklu Sultanı l. İzzeddin Keykavus’a ve Fahreddin er-Raziye, İmam-ı Rabbani’nin dönemin birçok yöneticisine ve ilim adamlarına yazdığı mektuplarının yanı
sıra tasavvuf meseleleri ve kelam terminolojisi ağırlıklı mektuplarından sonra, Nakşibendî tarikatında mektup geleneğinin daha da yaygınlaştığı görülmektedir. Mektupların bazen şeyhlerin ihtiyaçlarını yöneticilere bildirmesi ya da ihtiyaç sahiplerine aracı olması maksadıyla da yazıldıkları görülmektedir. Mektuplar çoğunlukla düz yazı şeklinde kaleme alınmış olmakla birlikte içlerinde manzum ya da mensur ve manzum karışık olarak yazılanlar da vardır. Mevlânâ Hâlid’in hem talebelerine hem de yukarıda ifade edildiği üzere değişik maksatlar için yazdığı mektuplar “Buğyetu’l Vâcid fi Mektûbâti Mevlânâ Hâlid” ismi altında bir araya getirilmiştir.
Mevlânâ Hâlid, talebesi Seyyid Tâhâ’ya yazdığı ve bir mektubunda talebesine temel parametreleri vererek nasıl bir yol haritası izlemesi gerektiğini şöyle anlatır:
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
Kerim ve nimet sahibi Rabbimizin selamı ve rahmeti üzerinize olsun.
Rabbim sizleri irfanından hisselendirsin ve ihsanıyla nimetlendirsin .
Allah (cc) Müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.
Mektubunuzun ulaşmasıyla müşerref oldum. Talebinizin ve maksadınızın hâsıl olması için Rabbime yalvardım. Duamın kabulünü ve istediğim şeylerin gerçekleşmesini, ihsan ve inam sahibinden ümit ediyorum. Benim ashabımın hepsi de sizlerin felahınızı ümit ve reca ederler. Özellikle Seyyidim, Seyyid Abdulkadir Berzenci ve Hacı Musa, âli cenabınızdan iman selameti için dua etmenizi rica ederler. Sizler hakikaten merhamet ve ihsan ehlisiniz. Ben sizden ve kardeşimiz fakih Abdulkadir’den bu miskin, garib, günahı çok olduğu için, üstesinden gelmek için dua talep ediyorum. Cenab-ı Allah bizleri ve sizleri kendi
rızasıyla meşgul etsin. Masivasından yüzümüzü çevirsin. Dünyadaki az ve basit mal sevgisi yüzünden, hiçbir gözün görmediği, Hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir kimsenin hatırından bile geçirmediği nimetlerden alıkoymasın.
Mevlânâ Hâlid Bağdâdî Seyyid Tâhâ’yı Şemdinli’nin Îrân’a sınır olması hasebiyle dönemin Îrân idarecileriyle kuracağı ilişkilerde nasıl bir strateji uygulaması gerektiği konusunda da hem bilgilendirmiş hem de uyarmıştır. Çünkü Mevlânâ Hâlid’in kendisi siyasi otoriteye karşı uzak durmuş daha çok zühdü ve derin ilmiyle tanınmıştır.
Kendisinin takip ettiği yolu talebesi Seyyid Tâhâ’nın da takip etmesini istemiştir. Dönemin Îrân Şahı tarafından Seyyid
Tâhâ’ya “iltifat” ve “gönlünü kazanmak” maksadı ile bazı hediyeler gönderildiği arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hayatı boyunca Şiilere karşı negatif tavır almıştır. Bu tavır Şiiliğin Irak’a ve Anadolu’ya sızmasına engel olduğundan Osmanlı Devleti tarafından da desteklenmiştir. Mevlânâ Hâlid’in bu tavrını kendisinden sonra halifeleri de benimsemişlerdir.
Hakkâri bölgesi özellikle Şemdinli’nin Îrân’a komşu olmasına rağmen Şiiliğin etkisine girmemesinin temel sebeplerinden
birisi de Seyyid Tâhâ ve hocası Mevlânâ Hâlid’in takip ettiği stratejidir. Hâlid el-Bağdâdî, Kürtler’in yoğun olarak yaşadığı Kuzey Irak’ın dini hayatı üzerinde özel bir etkiye sahiptir. Tarih boyunca hâkim tarikat olarak Kâdiriyye’nin faaliyet gösterdiği bu bölgede Hâlidiyye’nin doğuşuyla hâkimiyet Nakşibendiyye’ye geçmiştir.
Berzenci ve “Sâdât-ı Nehri” gibi şeyh ailelerinin çoğu Kâdiriye’den Nakşibendiyye’ye geçmiş. Sonuçta Kürt kimliği bir dereceye kadar Hâlidiyye koluyla birleşmiştir.
Şemdinli bölgesinde tasavvufi damarın etkisinin görüldüğü dönemlerde toplumsal problemlerin büyük ölçüde yaşanmadığı
görülmüştür. Fakat tasavvufi neşvenin etkisini kaybetmesiyle, “tabiat boşluk kabul etmez fehvasınca” yerine her hangi bir alternatif kurumun da ikame edilmemesi sebebiyle toplumsal çözülmenin başladığı görülmüştür. Problemin nasıl çözüleceği paradoksu halen devam etmektedir.
Her toplumun belli bir felsefi değerler sistemi üzerinde kurulduğu gözden ırak tutulmamalıdır. Bugün kimse eski sisteme geri dönmeyi düşünmüyor. Yapılacak şey “tabiatın nefret ettiği boşluğun” doldurulmasıdır. Mevlânâ Hâlidi Bağdâdî özellikle Şah ile olan ilişkilerin hangi seviyede tutulması gerektiği hususunda Seyyid Tâhâ’ya şu mektubu yazar:
Kıymetli Seyyid Tâhâ! Allahu Teala’nın emanında olunuz! Şöhretten daima sakınınız. Kişi için, talebelerin çokluğu büyük bela olabilir. Allah’u Teala sizi o afetten korusun. Amin! Kalbin Acem beldelerine meyletmesini, öldürücü, ruhu kurutucu zehir biliniz. Nerede kaldı onların yanına gidilmesi. Onlara yakın olmaktan, tatlı idareli dil kullanmaktan çok uzak olmalıdır. İnşallah bu kimselerle bir araya gelmezsiniz. Eğer Şah bile bizzat davet ederse, gitmemelidir. Nerede
kaldı ki, başkalarının davetine gidilsin. Böyle davete verilecek cevap şudur. “Biz derviş kimseleriz. Bizim işimiz, dünyadan kesilmek ve İslam padişahına dua etmek, insanların dinine hizmettir. Devlet reislerinin meclisinin edeplerini bilmeyiz.”
Sana emrettiğim üzere ol, muhalefet etme. Molla Mustafa Eşnevi’ye de fakirin selamını söyle ve bu yazdıklarım aynı zaman da onun içindir. Fitne olan yerden uzak olup, dine hizmet edecek yerde bulunmak ve yerleşmek zaruridir. Bizden bir şey gizli tutulmasın ki, helake sebep olur.
Kulların en zayıfı Hâlid-i Nakşibendi Müceddidi
Bu mektuplar Seyyid Tâhâ için hayatının her karesinde birer pusula görevi görmüşlerdir. El yazma nüshası günümüze kadar
gelen bir başka mektubunda Mevlânâ Hâlid Seyyid Tâhâ’ya şunları söylemektedir: Hakk Teâlâ Seyyid Tâhâ’nın gönül nazarının maksat ve emelini en mükemmel bir fena ve beka ile müşerref kılsın. İhsan-ı ilahi ile ihlâs ve samimiyet nişanesi olan ve bu miskin’in adına yazılmış olan mektup bize ulaştı. Tarikat-ı aliyeye revaç ve teveccüh dolu ve yüce kelamullah
ile sonlandırılmış bu mektuptan naşi pek mesrur oldum. İhlas şartı ile, Allah’ın kullarının her türlü ibadet-i ilahiye (cella ve a’la) ve sünnet-i Hazreti risaletpenahi sallahu aleyhi ve ala alihi ve sahbihi ve sellem’e ittibaları sizin vasıtanızla süslenip zinetlesin. Ve onların ecrinin miktarı kadar da amel defterinize kayıt edilsin. Asıl bunu tam
anlatan, bu halin şahidi ve bu sözün doğrulayıcısı “…Men senne sünneten haseneten…” hadisidir. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Kulların en zayıfı, Hâlid en-Nakşibendî el-Müceddidi
Mektupta özellikle sünnet çizgisine ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’e tabi olmanın altı çizilmiştir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî sahip olduğu bilgi mobilizasyonunu yukarıda şekilde yerine getirmektedir. Bu da Seyyid Tâhâ’yı irşat hayatında yalnız bırakmayıp sürekli rehberlik ettiğinin göstergesidir. Dönemin bürokrasisi ile olan ilişkilerinin nasıl olması gerektiği hususunda da onu yalnız bırakmamıştır.
Seyyid Tâhâ’nın İdarecilerle İlişkisi
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in varisleri olarak gördüğü âlimlerin idarecilerle ilişkileri hakkında tavsiyelerde bulunurken: “Âlimler dünyaya dalmadıkları ve sultanla hemhal olmadıkları sürece peygamberlerin eminleridir. Ama dünyaya dalıp sultanın uydusu olmaları halinde ise peygambere hıyanet etmiş olurlar ki, bu durumda onlardan uzak durunuz” buyurmaktadır.
Hadiste âlim yönetici ilişkisinin nasıl olması gerektiğine dikkat çeker. Bu bağlamda Seyyid Tâhâ’nın şeyhi Mevlânâ Hâlid zamanın idarecilerine ikaz ve irşat maksadı ile mektup yazdığı gibi Seyyid Tâhâ da zaman zaman dönemin idarecilerine değişik maksatlar için mektuplar yazmıştır. Onun dönemin idarecilerinden Musul Mutasarrıfı Mehmed Hilmi Efendi’ye yazdığı mektup şöyledir:
Fukarâlar hakkında derkâr olan ihlâs ve meveddet-i seniyyeleri iktizâsınca bu dâ’îlerine olarak şukka-i şerîfe-i âsafâneleri şerefvurûd buyurup meâl-i âlîsinden kemâl-i mahzûziyyet ve mesrûriyyet hâsıl oldu. Alelhusûs, fukarâ ve reâyânın hâlleri iş’âr ve himâyet ve vikâyetlerine emir ve iş’âr buyurulmuştu. Gâyetle mesrûru’l-bâl oldum efendim.
Bu gûne fukaraların iş’âr-ı ahvâlleri zât-ı âsafânelerine farz ve vâcib bulunmuşdur. Ve terki dünya ve âhirete muzır bulunmuş olduğu bedîhî olduğu herkesin mâlumudur. Ve fukara ve ahâliye taraf-ı dâ’îyânemden pend ve nasîhat verilmeğe iş’âr buyurulmuşdı efendim. Cenâb-ı Rabbu’l-Âlemîn Şâhid ve Nâzırdır. Mine’l-Kadîm bu gûne şeyler vazîfe-i dâ’îyânem bulunmuşdır. Ve dâima nush ve ıslâh-ı hâllerine meşgûl ve devlet-i aliyyenin da’avâtı hayriyyelerine muvâzabat üzere bulunmuşum. Velâkin, müstağniyi beyân olduğu vechile Beni Âdem kısmı dâima fitne ve fesâd üzere mecbûl bulunmuşdur. Alelhusûs,
bu zamanımızda nâsihların sözlerine pek isğa ve itimâd etmiyorlar. Ve hediye vechile taraf-ı dâîyâneme irsâl buyurulan teşrîf-i şerîfleri bir ferâce Vusûl ve vâsıl-ı derece-i kabûl bulunmuşdur. Ve dâima mültemisdir. Ve istid’a-yı bendegânem taraf-ı seniyyelerinden budur ki, fukarâ ve ahâli hakkında vezâif-i ma’delet ve merhamete ihtimâm buyurula ve da’avât-ı hayriyyeleri hakkında taraf-ı dâ’îyânemden kusûr vukû bulmayacağı arz ve inhâsı…
Fi 17 Zilhicce Sene 1268.
Kulların Zayıfı, Seyyid Tâhâ El-Hâlidî Nakşibendî
Mektubun içeriği incelendiğinde, âlimin yaşadığı toplumun sesi olduğu görülmektedir. Âlim’in statükoyu koruyan değil, toplumun “yaşayan vicdanı” ve “kurucu unsur“ olma özelliğini göstermektedir. Bunu da bir misyon ifası olarak görmektedir Seyyid Tâhâ. Âlimin idareciye sahip olduğu entelektüel birikimi ile pusula görevini görmesi toplumun değişimi ve dönüşümü adına büyük önem taşımaktadır. Şöyle bir analoji yaparsak bu husus daha iyi anlaşılır. İdareci aklı temsil ederken âlim gönlü temsil eder ki, ikisi bir araya geldiğinde toplum dengeli hale gelir. Denge ölçüleri “değer ölçüleri” ile beraber verilmiş olur. Değer ölçüleri tıpkı Osman Gazi, Şeyh Edebali ikilisinde olduğu gibi… Evet, idareciye siyasi ahlak ve erdemli olmanın yollarını âlim gösterir. Haz almanın hayatın yegâne aracı haline getirdiği bir dünyada âlimler daha çok
aksiyoner olsalar fotoğrafın daha sağlıklı ve adil olacağı muhakkaktır. Seyyid Tâhâ yaşadığı toplumun sosyal problemlerini çözme adına yoğun faaliyetin içinde olduğu yazdığı mektuplarda da görülmektedir. Bu da onu yeni bir paradigma inşasına götürmüştür.
Seyyid Tâhâ’nın İnşa Ettiği Paradigma
Yeryüzünün en mükerrem varlığı insandır. Her şey insan için yaratılmıştır. Yeryüzünde insan merkezli bir sistem işlemektedir. İnsanın mihvere alınmadığı bir hizmetin uzun ömürlü olma şansı yoktur. Çünkü insandaki kalbin sâlih olduğunda her şeyin iyi olduğu, kötü olduğunda da her şeyin kaosa sürüklendiği bir vakıadır.
Sosyal çözülmeyi engelleyen etkili argümanlardan biri de manevi unsurlardır. Manevi esasların toplumun atardamarlarına iletilmesinde en önemli taşıyıcılar ise âlimlerdir. Doğu ve Güney Doğuda dini hayatın canlı kalmasında Seyyid Tâhâ paradigmasında olduğu gibi âlimlerin rolü olduğu muhakkaktır.
İnsanlar arasındaki sosyal bütünleşmesinin tesisinde kutsalın önemli bir yeri vardır. Modern dünyada toplumsal birliktelik ekonomik seferberlik ve imkânlarla bir araya getirilemeye çalışılmaktadır. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’de: “Onların yüreklerini Allah kaynaştırdı; eğer sen yeryüzünün bütün servetini harcasaydın, onların yüreklerinin arasını kaynaştıramazdın, ama Allah onları birleştirdi; çünkü her işinde mükemmel olan, her hükmünde tam isabet kaydeden yalnızca O’dur” buyrularak insanlar arasında “kalplerin beraberliği” bağı kuvvetli bir doktrin olarak fonksiyon icra edebilir.
Bu ülkede son otuz yılda bütün fitne odaklarının küresel düzeyde çalışmalarına rağmen toplumsal ayrışma gerçekleşmiyorsa,
bunda toplumun kodlarındaki esas mayanın inanç olduğu gerçeği yatar. Bu toplumun derin kodlarında yerleştirilen “din kardeşliği” canlılığını halen devam ettirmektedir.
Esad Erbili, (ö. 1931) Tâhâ el-Hariri, Mahmut Sami Ramazanoğlu (ö. 1984) Bolulu Muhammed Muhyiddin Efendi (ö. 1976)
Yahyalı’lı Mustafa Hulusi Dinç Alvarlı Muhammed Lutfi (ö. 1956) Pir-i Küfrevi diye tanınan Bitlis’li Muhammed Küfrevi, Seyyid Fehim, Seyyid Tâhâ silsilesiyle Mevlânâ Hâlid’e ulaşır. Ahmed Haznevi’nin (ö. 1949) halifesi Abdulhakim Hüseyni’nin oğlu Râşid Erol (ö. 1993) döneminde bu silsile Türkiye çapında yaygınlık kazanmıştır. Bunlar yaşadığımız coğrafyada halen hizmetlerinin etkilerinin görüldüğü Seyyit Tâha’dan gelen silsilenin devamı olan birkaç şahsiyettir.
Seyyid Tâhâ’nın, yaşadığı coğrafyada uzun süre sosyal problemlere çözüm ürettiği ve insanların bir arada yaşamasında maksimum seviyede bunu temin ettiği görülmektedir. Bunu daha çok yetiştirdiği talebelerle yapmıştır. Seyyid Tâhâ ilmiyle amil olan kimselerden idi. Hayatında çok fazla konuşmazdı. Doğu Anadolu’da Nakşîliğin Hâlidiye kolunun hızlı yayılıp taban bulmasında Seyyid Tâhâ’nın özel bir konumu olmuştur.
Yapılan araştırmalarda telif halinde eser bıraktığına dair herhangi bir bilgiye rastlanılmadı. Seyyid Tâha’nın en yakın talebelerinden olup yanında uzun süre kalan Seyyid Sıbğatullah Arvasi hocasının telif mahiyetinde bir eser bırakmadığını şöyle ifade eder.
Bir sohbetinde de “…Hiç kimse şeyhimizin sözlerini ne yazdı ne de topladı” diye esef ifade eden bir cümle kullanmış. Fakat Seyyid Sıbğatullah Arvasi’nin sohbetlerini muhtevi Minâh adlı kitapta hocası Seyyid Tâhâ’ya ait oldukça fazla ifadeler bulunmaktadır.
Hatta Seyyid Sıbğatullah Arvasi herhangi bir hususta açıklama yapacağı zaman “şeyhimiz böyle dedi” diyerek önce açıklanacak
mevzu ile ilgili şeyhi Seyyid Tâhâ’nın görüşlerini aktarır sonra da kendi görüşlerini söyler. Seyyid Tâhâ, talebelerine tasavvuf terbiyesiyle ilgili klasiklerden olan İmam-i Rabbani’nin Mektubat’ını okuttuğu bazı kelimelerle ilgili açıklama yaptığı gibi belağat hususlarda da eğitmiştir. Bazen de Molla Ahmed-i Cezeri’nin divanından beyitler okumuştur.
Gavs-ı Hizani ”bir gün şeyhimiz Seyyid Tâhâ’ya Nehri köyündeki (halis) mürid kimdir” diye soruldu; Şeyhimiz, “Kambur Molla
Muhammed’dir, diye cevap verdi. Bunun üzerine mecliste bulunan saliklerden biri “fakat o çok sert tabiatlı biridir, dedi. Şeyhimiz, “Olsun, dedi ve Molla Ahmed Cezeri’nin Divanın’dan şu beytini okudu:
Tarikat ehli rengârenktir (çeşit çeşittir) seyirleriyle makamları değişiktir.
Bazıları celal, bazıları da cemal; başları mey (aşk şarabı) kâsenin içindedir.
Reşehât’ta zikredilen Hace Ubeydullah Ahrar’a ait bazı hikmetleri çok okumalarını talebelerine özellikle tavsiye ederdi. Çok sevdiği ve yetişmesinde özel itina gösterdiği talebelerinden olan Seyyid Fehim Arvasi’yi bir gün yanına çağırıp; “Sen zeki, müdakkik ve kabiliyetli bir talebesin muhakkak Mutavvel’i okumalısın” der. O da “Efendim kitabım yok. Sonra bu kitap memleketimizde okunan bir kitap değildir” deyince, Seyyid Tâhâ ona kendi kitabını hediye edip Muş’un Bulanık kazasının Âbiri köyünde bulunan Molla Resulü Subki isimli âlimin yanına gönderir. Bu şekilde talebelerinin kabiliyet durumuna göre farklı hocalardan istifade etmesine engel olmaz.
Seyyid Tâhâ’nın bölgede yaptığı hizmetlerin başında, bölgeyi ayrıştırıcı fikirlerden bir şemsiye gibi koruması olmuştur. Nehri’deki değişik yaş guruplarından olan kimseleri hedef alarak onları da eğitir.
Toplumsal Problemlere Çözüm Üretmesi
Toplumsal problemleri çözmede tarih boyunca manevi dinamiklerin varlığı bir vakıadır. Âlimler de bulunduğu toplumların
sosyal problemlerini çözmede etkin oldukları ölçüde varlıklarını korumuşlardır. Toplumsal değerlerin erozyona uğramasını engelleme ve derin travmaların yaşanmamasında âlimlere önemli görevler düşmektedir. Çünkü “yırtılan değerlerin” inşası bir hayli zordur. Günümüzde değerlerin korunamamasından dolayı meydana gelen kaotik ortamların sebepleri arasında toplumu inşa etmede etkin ve yetkin dinamiklerin yeterli seviyede olmaması olsa gerektir. Toplumsal çatışma zeminini ortadan kaldıran manevi dinamikler ıskalanmamalıdır.
Toplumsal bütünlüğü ve sosyal barışı sağlamada Seyyid Tâha aktif olarak gayret göstermiştir. Mesela; Irak’ın Revandız havalisinde Berzenci kabilesi ile Hayderan kabilesi arasında bulunan husumet çok ileri seviyeye gelmişti. Yöredeki insanlar araya girmesine rağmen bunu çözememişler. Seyyid Tâhâ’ya bu durumu haber verirler. Seyyid Tâhâ’nın her iki gurupla görüşmesi kabileler arasındaki problemin çözülmesine vesile olur. İhtiyaç halinde talebeleriyle birlikte Osmanlı ordusunda Ruslara karşı savaşa katıldığı da söylenir.
Böylece Seyyid Tâhâ yaşadığı toplumda sosyal içerikli problemlere çözüm üretmede etkin davranmıştır. Âlimin sosyal problemlere çözüm üretmesi toplumdaki insiyatif ve “karizmasını” artırır. Toplumun “ilmi liderlik” mekanizmasından
mahrum ve yoksun oluşu toplumun handikaplarla boğuşması anlamına gelir. Seyyid Tâhâ yaşadığı toplumun aynı zamanda
siyasi varlığını da temsil ediyordu. Ulema, Osmanlı toplumunun işleyişini düzenleyen merkezi kurumlardan birini oluşturmaktaydı.
Bu kurumun, hayati rolü en iyi biçimde denetim altında tuttuğu mesleklerden anlaşılabilir. Bu hususta Seyyid Tâhâ’ya sivil topluluk tarafından biçilen veya yüklenilen rol vardı. O toplumun bütün sosyal problemlerine müdahil olma misyonunu üstlenmişti. Seyyid Tâhâ’nın temsil ettiği damarın günümüze kadar devam etmemesi/ettirilmemesi günümüzde yaşadığımız problemleri çözümsüzlüğe mahkûm etti.
Seyyid Tâhâ’nın yaşadığı toplumda farklı beklentilerin karşılandığı bir yapı mevcuttu. Manevi dinamiklerin fonksiyonel
olmadığı toplumlarda “dinamik” yerine “dinamit/bozgunculuk” hüküm sürer. Metafizik bir dünya ile hayatını idame ettiren bir
toplumun seküler bir anlayışla karşı karşıya bırakılmasının toplum fertlerini başka arayışlara götürmesi mukadderdir.
Seyyid Tâhâ farklı inanç mensuplarını ötekileştirmeyerek hepsini bir arada yaşattı.
Toplumda Farklı İnanç Gurupları ile Olan İlişkileri
Modern dünyanın çıkmazlarından birisi de farklı inanç, kültür, dil, din ve ırk gibi özelliklere sahip olan bireyleri bir arada yaşatamama zaafıdır. Hâlbuki farklı inanca sahip olma ilahi iradenin insana sunduğu bir tercihtir56. Farklı dile de sahip olma ilahi kudretin isteği ile olmuştur57. Farklı ırka mensubiyet insanın tercih hakkını kullanamadığı bir husustur. Bütün bu farklılıklara itiraz ilahi meşiete itirazla eşdeğerdir. Modern dünyanın modern insanına düşen bütün bu farklılıkları parçalamadan bir arada yaşatmaktır. Aksi halde farklılıkları parçalamaya teşebbüs toplumu parçalamak anlamına
gelir. Aslında medeniyet dediğimiz şey özünde farklılığa saygı ve hoşgörüyü benimsemesi ile evrensel olma iddiasında bulunmaktır.
İslam dini, temel referansları Kur'an ve sünnet itibarıyla yukarıda geçtiği üzere "öteki"yi bir realite kabul eder. Ama yaratılışta eşimiz ve son nefesine kadar tebliğde muhatabımız olan hiçbir öteki'yi ötekileştirmez. Ötekileştirilen insanın kendisi değil, Allah’a ortak koşmak, zulüm, sömürü, aldatma, kibir, hırsızlık, yalan gibi kötü sıfatlarıdır. İnsan bu kötü sıfatları bırakıp iyi sıfatları benimseyince ontolojik anlamda yaratılışta eşit olma yanında dinde kardeş olur. Bu iyi sıfatlara sahip olan bütün gayrimüslimler de ihtirama ve birlikte yaşamaya layık insanlardır. Müslüman'ın ötekileştirdiği
tek bir yaratık vardır, o da şeytandır.
İslam tarihi boyunca ve Osmanlıların son dönemine kadar gayrimüslimler ve farklı olanlar ötekileştirilmedi. Bu kültürü alan Seyyid Tâhâ da aynı toplumda yaşayan Nehri’de bulunan farklı inanç guruplarını ötekileştirmemiştir. Aynı coğrafyada farklı inanç gurupları yaşamış olup bazıları da zaman zaman bazı problemlerinin çözümü için Seyyid Tâhâ’ya gelmişlerdir. O da “birlikte yaşamanın yolunun birlikte yok olmada” görüp yaşadığı toplumda sosyal problemlerin çözümüne katkı sağlamıştır.
Nehri’de sadece aynı dini duygu ve düşünceyi paylaşanların değil, insan olma ortak paydaşında toplumun bütün kesimleri Seyyid Tâhâ’ya gelip görüşmekten çekinmemişlerdir. Seyyid Tâhâ’nın ikametgâhı “karınca yuvası” misali bir faaliyet alanı haline gelmiş soysal kültür merkezi işlevini görmüştür.
Ayet Ve Hadislere Getirdiği “İşarî” Yorumlar
İslam’ın iki temel referansı olan Kur’an-ı Kerim ve sünneti anlama ve farklı yorumlamadaki bakış açılarının varlığı tarihi süreç boyunca devam etmektedir. Kimi sadece zahirine bakarak, kimi sadece batini yönüne bakarak, kimi de hem zahiri hem de batini yönüne ağırlık veren yorum metodunu tercih etmiştir. Bu her âlimin bakış açısının farklılığından kaynaklanmaktadır. Seyyid Tâhâ da ayet ve hadislerle ilgili işari boyutu ifade eden yorumlarda bulunmuştur.
Seyyid Sıbğatullah Arvasi anlatır; “Seyyid Tâhâ âlimlerin bulunduğu bir mecliste “ruh” ile ilgili sohbet etmişti. O sırada mecliste bulunan âlimlerden biri, Seyyid Tâhâ’nın bu sözlerini inkâr mahiyetinde Şeyh Hazretleri ruhla ilgili konuşuyor, oysa Allah; “Resulüm! Sana ruhu soruyorlar. De ki; Ruh, Rabbim’in işidir. Size onun hakkında pek az bilgi verilmiştir” buyuruyor dedi. Bunun üzerine Şeyhim Seyyid Tâhâ; “Doğru, fakat ayet-i kerimede hayvani ruhtan söz edilmektedir. Biz ise insani ruhtan bahsediyoruz, diye cevap verdi…”
Hadis-i şeriflerin işari manası ile ilgili Gavs-ı Hizani şunu anlatır:
“Şeyhim Seyyid Tâhâ: “Misvakla kılınan iki rekât namaz, misvaksız kılınan yetmiş rekât namazdan daha hayırlıdır” manasındaki hadisi işari anlam vererek şöyle yorumlamıştır. “Senin huzurundaymış gibi düşünülerek kılınan iki rekât namaz, sensiz kılınan yetmiş rekât namazdan daha hayırlıdır” manasını verirdi. Hadis-i şerifteki, “bi-sivakin” kelimesindeki “k” harfini üstünlü – fethalı-okuyup muhatap zamiri yapıyor ve “siva” kelimesini de istisna edatı olarak okuyordu.”
Bütün bunlar sahip olduğu ve içinde bulunduğu fikri ortamın tezahürleri olarak görülebilir. Hâlid Şirvani diyor ki:”…Gavs Hazretleri bana sorduğu zaman işaretin bu manasını anlayamamıştım. Ancak bir zaman sonra kalbime, işarette bahsedilen muhatap “k” zamiriyle Allah Teâlâ’ya işaret edildiği geldi. Buna göre mana şöyle oluyordu: Namaz kılanın; efendisinden kaçmış, sonra yakalanarak yaratan Rabb’inin huzuruna getirilmiş, yalvarıp yakaran ve de namaz kılan kişilerin müşahedelerine göre farklılıklar arzeden daha pek çok hali düşünerek, şu âlemde kendisinin bir köle, yardıma muhtaç, nimet verilenlerin mi, yoksa gazaba uğrayanlardan mı ya da sapıtanlardan mı diye tefekkür ederek ve bunun gibi namazın fiil
ve kavli işaretlerini düşünerek kıldığı iki rekât namaz; huzur halinde olduğunu tefekkür ederek, kılınan yetmiş rekat namazdan daha hayırlıdır. Sebebi ise, birincisinde olması gerektiği gibi namaz tâhâkkuk etmiştir, ikincisinde ise öyle değildir…. Gavs hazretleri vefat ettikten sonra onun bu işaretinden anladığımı bir dostumla müzakere ettim. O da aynı şekilde benim işaretten anladığıma muvafakat etti…”
Seyyid Tâhâ’nın Bazı Karakteristik Özellikleri
Seyyid Tâhâ, ilmi kişiliğe ve birikime sahip biriydi, Nakşi ulemasının ilmi kişiliğe sahip olmaları toplumun siyasi, sosyal, ticari, ahlaki, aile içi problemleri yanı sıra çocukların eğitimine kadar her hususta ilgilenmeleri onları toplumla bütünleşmeye götürmüştür. Bu durum toplumun değişim ve dönüşümüne de katkı sağlamıştır.
Seyyid Tâhâ yaşadığı dönemde kendinden oldukça hem söz ettirmiş hem de kendisinden sonra yaptığı ilmi ve tasavvufi hizmeti
Nehri de tutuşturduğu meşalenin özellikle doğu bölgesinde yayılmasında etkisi olmuştur. Bıraktığı miras ile günümüze kadar popülaritelerinin ve tesirlerinin devamını sağlamıştır. Yukarıda geçtiği üzere Seyyid Tâhâ’ya yaşadığı dönemde hem Îrân Şahı hem de devrin Osmanlı Padişahı yakınlık göstererek onun toplumu kuşatıcı özelliğinden istifade etmeye çalışmışlardır. Bu da onun karizmatik ve yaşadığı toplumdaki saygınlığının ve etkinliğinin göstergesi olsa gerektir. Talebelerinden Seyyid Fehim zamanın Ezher, Hicaz Uleması ve Sultan ikinci Abdulhamid tarafından özel olarak ağırlanmış ziyaret edilerek kendilerine iltifat edilmiş ve “allame” olarak anılmıştır.
Seyyid Tâha talebesi Seyyid Fehim’e “Kanaatime göre bugün ilimde bir ummansınız. Seyyid Şerif Cürcani hazretlerinden sonra
ilimde seyyidlerin yüzünü siz güldürdünüz” diyerek hem iltifat etmiş hem de hoca öğrenci ilişkisine dikkat çekmiştir.
Seyyid Sıbğatullah Arvasi’nin dergâhında hizmet edenlerden biri anlatıyor: ”Hazret-i Gavs birkaç arkadaşıyla birlikte Seyyid Tâhâ’nın ziyaretine gitmişti. Birkaç gün kaldıktan sonra arkadaşları memleketlerini özlediler ve dönmek istediler. Seyyid Tâhâ da onlara izin verdi, ancak şeyhimiz Seyyid Sıbğatullah’ın kalmasını istedi. Ben Seyyid Tâhâ’ya; “Keşke, onlara izin verdiğiniz gibi halifeye de (Sıbğatullah’a) izin verseydiniz! Çünkü onun evini bekleyecek ve işleri görecek kimsesi yok”, dedim. Bunun üzerine Seyyid Tâhâ, “Benim ve halifenin evimiz mi olur? Allah önce benim evimi sonra da onun evini yıksın” dedi. O sırada mecliste şeyhimiz Seyyid Sıbğatullah da bulunuyordu. Seyyid Tâhâ ile bu şekilde konuştuğum için şeyhimin kızacağından korkmuştum. Seyyid Tâhâ’nın meclisinden ayrıldığımızda şeyhim kuşağımdan tuttu ve “Ey falan!
Bazen büyüklerin meclisinde cahilce konuşmalar iyi oluyor. Allah’a yemin ederim ki, şu ana kadar biraz dünya ile bağlantım vardı; şeyhimin “evi yıkılsın” demesiyle o alakam da kesildi, gitti”, dedi.
Minâhları derleyen Hâlid-i Şirvani “Bu hikâyenin bir kısmını doğrudan doğruya şeyhim Seyyid Sıbğatullah’tan dinlemiştim.” diyor. Seyyid Tâhâ silsile-i nakşiye-i âliye zincirinde özel bir yeri olan tasavvufi vecheyi ilim ile zinetlendiren bir özelliğe sahiptir. Seri esSakati’nin Cüneydi Bağdâdî’ye “Allah seni önce bir sufi muhaddis değil, bir muhaddis sufi yapsın” demiştir. Çünkü önce hadis okuyup sonra da tasavvuf ile uğraşmak insanı istikamet sahibi yapar.
Seyyid Tâhâ da önce Kur’an-ı Kerim ezberlemiş sonra da Süleymaniye, Kerkük, Revandız, Erbil ve Bağdat’ta ilim yolculuklarında bulunmuştur. Sonra da ilmi icâzet alıp tasavvufla iştigali onu müstakim yapmıştır. Akli ve nakli ilimlere olan vukufiyeti talebelerine de intikal etmiştir.
Seyyid Tâhâ “şöhret Afettir” diyerek talebelerine düşmeleri muhtemel vartalardan korumuştur. Bir başka ifadesinde: “İki şeyi muhafaza lazımdır. Biri iki cihanın efendisine uymak, diğeriyse Allahu Tealanın evliyasını ihlâsla sevmek. Bu iki şey olunca ne verilirse nimettir. Bu ikisi kuvvetli olup, başka şey verilmezse, hiç üzülmemelidir…” diyerek temel ölçüleri vermiş, yine “Amellerinizi ucb (kendini beğenme) ile örtmeyiniz, yok etmeyiniz” ve “Bizim yolumuzun yolcularının faydaları ana ve babalarına dahi ulaşır” ifadeleri bu yolun yolcularına kilometre taşları mesabesine geçmiştir.
Merhum Necip Fazıl Kısakürek Şemdinli’ye giderek Seyyid Tâhâ’nın yaşadığı bir dönemin ilim irfan merkezini gezmiş, sonra
da; “Şayet burada ölürsem beni Seyit Tâhâ’nın yanında defnedin” diye de vasiyet etmiştir. Seyyid Tâhâ’nın kabrini ziyaretiyle ilgili: “Şemdinli’ye gittim Seyyid Tâhâ Hazretlerini ziyaret ettim, elhamdülillah ve izah edebilecek tek söz budur der. Necip Fazıl Çile adlı eserinde Seyyid Tâhâ-i Hakkâri’nin tesirlerinin geçmişten günümüze kadar devam eden ışığın özelliğine dikkat çeker:
Şemdinli dağlarının içtim nur çeşmesinden,
Kurtuldum akreplerin ruhumu deşmesinden…
Sonuç
Seyyid Tâhâ’nın hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den aldığı feyzi kendi coğrafyasına taşıması bölgeyi bir paratoner gibi korumuştur. Negatif ve toplum bünyesine zarar verecek zararlı fikirlerin yayılmasının önüne geçmiştir. Seyyid Tâhâ bir ilim ehli ve mutasavvıf olmasının ötesinde toplumun bütün kesimlerini kucaklayan bir toplum önderi olması onun sevilmesine vesile teşkil etmiştir. Yaşadığı coğrafyada aşiret beylerinin sosyal olayları çözmede kedisine danıştığı “ilmi önderlik” misyonuna sahip idi. Nakşî ulemasının ilmi kişiliğe sahip olmaları toplumun siyasi, sosyal, ticari, ahlaki, aile içi problemleri yanı sıra çocukların eğitimine kadar her hususta ilgilenmeleri onları toplumla bütünleşmeye götürmüştür.
Bu durum toplumun değişim ve dönüşümüne de katkı sağlamıştır.
Anadolu’da Nakşîliğin Hâlidiye kolunun hızlı yayılıp taban bulmasında Seyyid Tâhâ’nın özel bir konumu olduğu muhakkaktır. Seyyid Tâhâ sadece bulunduğu Şemdinli bölgesini ilim ve irfanla geliştirmekle yetinmedi. Kuzey Irak dâhil dünyanın değişik coğrafyalarında tekke-medrese-divan şeklinde tutuşturduğu meşalenin aydınlığı sosyal ahlak alanında kısmen de olsa devam etmektedir. Anadolu dindarlığının şekillenmesinde yetiştirdiği talebeleri birer ve “ğavs” ve “kutup” olarak günümüze kadar devam eden silsile-i Nakşiye’de yer alarak, dağılması ve ayrılması muhtemel toplum katmanlarında bir “çimento” görevi görmektedir. Zihinsel ayrışmalarda çözümün önemli unsuru olarak yaşadıktan yıllar sonra kendi coğrafyasına bıraktığı miras eski işlevselliğini korumasa da kırılan, dökülen toplumu bir arada tutan ve yaşatan bir özelliği bünyesinde barındırmaktadır.
Çünkü tarihi süreçte hep hedef tahtası haline gelmiş bir bölgede, âlimlerin toparlayıcı ve toplumu dönüştürücü vasfına sahip olarak toplum fertlerini rahmet ve şefkatle kucaklamasının meyveleri halen devşirilmektedir. Kritik gelişmelerin yaşandığı, toplumun zorlu kavşaklardan geçtiği, şiddetin bir yaşam biçimine dönüştürüldüğü coğrafyada Seyyid Tâhâ’nın bıraktığı kültürel mirasın yeni bir “form” ile inşasına her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır. Çünkü şiddete yönelen bir toplumun tolere edilmemesi toplumun kendi kendini tüketmesi ve bitirmesi anlamına gelir.
Fertlerin vandallaşarak birbirlerinin farklılıklarını yok sayması modern dünyanın salgıladığı amansız bir virüstür. Yaşanılan yer kürede toplumun ana gövdesini korumada her zamankinden daha çok “toplumsal çoğulculuğa” ve onun bir kültür haline gelmesine ve getirilmesine ihtiyaç var. Seyyid Tâhâ’nın temsil ettiği damarın bunu bünyesinde taşıdığı görülmüştür. Yoksa bitmek bilmeyen şiddeti, ahlaki ve manevi yoksullaşmayı üreten kaynakları kurutma imkânı görünmemektedir. Modern insan kutsal ile alabildiğine ipini koparmıştır. Haz almanın hayatın yegâne gayesi haline getirildiği bir süreçte manevi dinamiklerin diriltici nefeslerine farklı bir formla ve renkle sunulmasına ihtiyaç vardır.
Dinin özü olan “ahlaki kodun” inşası, dini dünyaya katkı sunar hale getirebilir. Seyyid Tâhâ’nın da asıl kaynağı olan kutsalın kuşatıcı ve birlikteliği sağlama özelliğinden mutlaka istifade edilmeli ve ortak yaşam alanları inşa etmede manevi dinamiklerin varlığı ıskalanmamalıdır. Yoksa aynı kültürel kodlara sahip insanların sadece farklı dile sahip olmaları bir problem olmaya devam eder.
Seyyid Tâhâ hayatta iken hizmete vesile olduğu gibi vefatından sonra da Şemdinli’yi değişik coğrafyalardan ziyarete gelenler sayesinde manevi bir atmosferin tesisine vesile olmaktadır. İstanbul’u Şemdinli’ye bağlayan bağın, manevi bağ olduğu unutulmamalıdır. Günümüz dünyasında insanları bir arada tutan “manevi bağlara” ihtiyaç vardır. Çünkü insanları bir arada tutan kabile ve milliyetçilik bağının işlevini kaybettiği bir dönemde bu damarın yoksunluğu her zamankinden daha çok hissedilmektedir. Günümüz birlikteliklerin ekonomik ve menfaat ilişkisine dayalı olduğu iddia edilse bile bunun “dini” boyutunun olduğu açıktır.
ZEKİ TAN
Yrd. Doç. Dr. Iğdır Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Temel İslam Bilimleri Bölümü